25 Şubat 2007 Pazar

Ankara Yolunda

Yolculuğun başlamasına henüz bir saatten fazla var. İçimde tuhaf bir endişe ‘ya trene binemezsem!’ diye. Önceki gece gördüğüm rüyanın etkisi üzerimde hala. İlk kez trene biniyorum,normaldir diyorum içimden. Rahatla biraz. Yüküm hafif. Bir sırt çantası. Birkaç giyilecek eşya,kapaklı bir dosya, karalanmaya hasret bembeyaz kağıtlar,kalem,iki tane de kitap…
Vakit geldi. Tren yok ortalıkta. Acaba binebilecek miyim? Ne tür bir aksilikle karşılaşacağımı bilmiyorum ama yine de tuhaf bir iç ezilmesi hissediyorum. Birazdan geçer. Derin nefes iyi geliyor. Sağımda solumda insanlar birikti. Biraz olsun rahatlıyorum. Onlar da binecek nasılsa! Benim kaçırmama imkan vermezler. Hem kaçırırsak,topluca küfrederiz.. Topluluk psikolojisi! Hiç ihtiyaç duymadığım şeyler bunlar. Ama olsun zararı da yok hani.
Bir tren geliyor. Etrafımda hareketlenmeler arttı. Saat de doğruluyor bunu. Her şey yolunda. Kendime göre bir pozisyon belirliyorum. Tren geçti gidiyor,ama yavaşladı. İstasyona yapışıyor yavaş yavaş. Ve durdu. Yanlış pozisyon! Üç no’lu vagon durdu karşımda. İki vagon daha. Hızlanıyorum. Önümde üç kişi var. Üçüncüyü geçiyorum. Şimdi ben üçüncüyüm. İkinciyi de alt ettim. Şimdi ikinciyim. Tamam yeterli bu kadarı! Birinciliğe ihtiyacım yok. Beşi no’lu vagondan adımımı atıyorum… Ohh!... İç rahatlaması. Hele bir oturayım,ondan sonra dalga geçebilirim dünkü rüyamla. Her şey yolunda şimdilik. Salına salına,koltuğumu arıyorum. Koltuk no 23! Koltuk no 23,vagon no 5. Tesadüfe bak! Hoş tesadüf. Sevdiğim bir tarih bu.. Aynı zamanda sevildiğim! Uzun hikaye sonra anlatırım. Şimdi uğraşmam gereken bir sorun daha var. Koltuk numarası ile pencere kenarında oturacağımı gösteren bilet üzerinde yazan numaram tutuyor. Yaşlıca,gözlüklü,elinde gazete bir amca kurulmuş pencere kenarına! ‘Pardon!..’ diyorum. Dönüp bakıyor.
‘ 23 numara burası mı acaba!’’
‘Benim ki 22,evet burası 23!’’
Anlaşıldı… İşe yaramadı,nazikçe uyarım! Neyse kabalaşmama gerek yok. Çöktüm,yolculuk bitmişçesine yorgunca. Beklediğimden konforlu,rahat koltuklar. Pulmanmış bunlar. İki koltuk yan yana bir köşede,tekli bir koltuk karşısında. Çevreyi tanıma amaçlı göz gezdirdim etrafa. Şehir içi otobüs yolculuğunu andırıyor. Tek eksik üzerime düşme eğilimi göstermeyen ayaktaki yolcular! İlk dakikaların acemiliği üzerimde kol geziyor. Trendeyim ya hani,camdan dışarı bakmaya çalışıyorum. Bu da yolculuk psikolojisi olsa gerek! Herkesin bakışları dışarıda. Adet yerine gelsin bakışları.. Çantamdan bir kitap çıkardım. Koltuğa yayıldım… Kitaba daldım anında. Camdan dışarıya bakma telaşı göstermiyorum. Kitapla bütünleşme zamanı. Hafif uyku gibi bir şey bu! İlk seslemede uyanabilirim. Ama şu an uyanmaya hiç niyetim yok…

Hayli zaman olduğuna inandığımda kafamı kaldırdım. Herkes bıraktığım gibi… Bir ara bilet kontrolüne gelen kadın,beni trenden indirmeye niyetlendi ama başarısız oldu! Öğrenci kimliğime,yüksek mahkeme hükmü verircesine edalı bir tavırla ‘Geçersiz bu..!’ diyiverdi. Öğrenci pasomu gösterdim. Sustu! Konuşma tasarrufu yapıyorum! Aptal insanlara tahammülüm olmadığını bir kez daha anladım. Yani,bir de tersini düşünelim. Filmi başa saralım:
‘İyi günler,beyefendi biletinizi görebilir miyim?’
‘Tabi tabi!!’ Bir saniye lütfen!
‘Teşekkürler!’ Öğrencisiniz demek?
‘Evet. İşte kimliğim…
‘Tamam,lütfen çıkarmayın gördüm… İyi yolculuklar!
Bunun üzerine yapacağım yorum,TCDD personelinin ne denli profesyonel,hümanist,cana yakın olduğu ile ilgili olurdu. Neyse!...

Tekrar kitabıma döndüm. Aynı hipnoz ile bağlantılarımı kopardım. Henüz vaktim çok,diye iç geçirdim. Kitap ve ben. Tam da bu anda birbirimizle sarmaş dolaş. Ben elleri,ayakları olan,biçimli bir ağız,kulak,göz ve bunları barındıran normal kafa yapısında beden. Kitap ise,tüm unsurlarıma hareket katan ruh. Şu zamanda ayrı düşünülemeyiz. Cansızlaşmaktan korkuyorum. Sımsıkı sarıldım kitaba. Gözlerimi ayırmadan tutkallandım sayfalara. Birinden kurtulduğumda bir diğerine zıplıyorum. Yerden yüksek oynar gibi. Yaşam fonksiyonlarım hafif uyku haline uyum sağlamış durumda. Beklenmeyen bir isyan var!.. Uyku hali canımı sıkmaya başladı. Gözlerim acımaya,algılarım kapanmaya yüz tuttu. Kafamı kaldırıp,uzaklara odaklanmayı planladım. Böylelikle gözlerime iyilik edecektim. Demeye kalmadı,kafamı kaldırmamla,
‘ Öğrenci misiniz?’
Hayda!.. Yine mi? Ama yok bilet kontrolü değil bu kez. Yerimi mülkiyetine katan amcanın yönünden titreşen sese kafamı çevirdim.‘Evet,öğrenciyim!’
-Ruhundan ayrılırsan beden anında çürür işte,dedi içimdeki isyancıları bastıran sağduyum.
Suçluluk psikolojisi!

‘Hımm,’ gibi bir sesle onayladı beni amca. Sonra muhabbetimiz koyulaştı. Ben konuya girdim. İlk kez trenle yolculuk yaptığımı anında belirttim. Acemice hareket ettiysem,durumu kurtarmak için miydi,ben de anlamadım,söyleyiverdim. Amcam,anlatmaya aç bir haldeymiş. Bana denk geldi. Yeni kapattığı gazeteden dolduğu kadarıyla sağa sola yüklenmeye başladı. Sesi de çıkıyor hani. Ben kısa ve alçak ses tonuyla cevap veriyorum. Yıldırma psikolojisi! Başarılı olduğumu söyleyemem. Ama amcanın öğretmenlik anılarına geçmiştik ki,pişmaniyeci yetişti!... Önceki defa aldığı pişmaniye çok tazeymiş! Bir tane daha aldı yüksek sesli amca. ‘Bunlar baba oğul,hep buradalar!’ dedi. Şaşırmadım. ‘Ayda 2000 lira kira veriyorlarmış’ dedi. Hele buna hiç şaşırmadım! ‘Doğrudur!’ dedim. Sektör,rant,devlet,düzen,ekonomi,rüşvet,üçkağıt v.s…. derken ben,bir anlık sessizlikten faydalanıp kitabıma doğrudan keskin bir dalış yaptım. Bu defa amacım ağır uyku haline geçmekti! Kısa kısa uyandırılmaya çalışıldıysa da uyumaya devam ettim. Amca Eskişehir’de inecekmiş. El sıkıştık. Yerime geçtim…

Yolculuğun bundan sonrasında ben de sustum. Gözlerimin takılıp kaldığı toprak parçalarına odaklandım. Başka bir şey değil gibi geldi önce. Fakat,insana saatlerce yol gidip de aynı yerde dolaşıyormuş hissi veren bir yerle karşılaşmamıştım. Binlerce dönümlük topraklar hep kardeş midir buralarda ? Nasıl bir iksir var buranın havasında. Buralarda kavga yok,gerilim yok. Buralarda topraklar kardeşliğini korumayı bilmiş. Ve herkes birbirine benziyor. Hiç kimsenin başkasına benzeme çabası olmamış. Kent merkezlerinde üzerlerinde büyüyen çok katlı dev kulelere inat,buralar düz,düz,düz… Sanki bir okyanus varmış da gitmiş! Uzaklardaymış şimdi. Bu topraklar okyanusunu mu bekliyor acaba. Ki beklemese çoktan uzayıp giderdi buralar! Göklere değerdi buralarda da dev beton soğukluğundaki binalar ve sahipleri.

Zaman zaman tekrar uykuya daldığım oldu. Hafif uykuya! Bedenime ruh üfleme molası. Gözlerimle anlaşamadığımda,camdan dışarıya kaçırdım kendimi. Yine aynı düzlükler. Bitmiyor… ses seda da yok. Ne bir makine sesi,ne de boşlukta yankılanan insan çığlığı. Sadece metalik yılan ortalığı ürkütüyor. Tren uzuyor,uzuyor. Uzadıkça uzaklaşıyor. Bir tünele giriyoruz. Açık pencereden bütün tılsımlar vagona doluyor. Ürküyorum. Karanlığın hammaddesi doluyor içeriye. Zifir! Sonra kurtuluyoruz lanetlerden. Yeniden terkedilmiş düzlüklerdeyiz. Terk eden bir canlı değil. İnsanoğlu ürkütmüştür belki bu okyanusu. Okyanus da gök yüzünün önünde aşağılanmaya dayanamayıp,uzun saçlarını arkasında sallayarak,eteğini toplayıp ardına bakmadan gitmiştir buralardan. Topraklar yaşlanmış fakat sevdasından bir şey kaybetmemiş. Gökyüzü yaşlanmış fakat maviliğini yitirmemiş. Okyanus özlemiş,gelmek istemiş. Fakat bu defa da bırakıp gittiği yerlere yerleşmeye başlayan bazı canlıları görmüş. Buralara gelirsem,onları incitirim diye düşünmüş ve bir daha dönmemek üzere romanlara dökülüp gitmiş…

Tam sekiz saattir yoldayım. İnme vakti geldi. Ankara’ya edalı edalı adımımı attım. Tavırlarımdaki değişiklik gözle görülür cinsten. Karşılamaya gelen kalabalık bir ‘sessizlik’ kitlesi var. Dört bir yandan tezahüratlar kopuyor. Kulağımın çınlaması geçsin de,cevap vereceğim. Aynen sizin gibi susacağım,diye dalga geçiyorum kitlelerle…
Aklım okyanusta... Şimdi nerede ve bir kişi tarafından fark edildiğini hissetmiş midir acaba ?

20 Şubat 2007 Salı

2007 Bütçesi ve Bütçeyi Şekillendiren Süreç

2007 yılına ilişkin hazırlanan bütçe,bir çok siyasi karışıklığın ve ülke gündeminin yoğunlaştığı günlerde kamuoyuna sunuldu. 3 Kasım seçimlerinde halkın umut bağladığı ve tam destek vererek göreve getirdiği hükümete güvenin gitgide azaldığı günlerden geçmekteyiz. Siyasi iktidara karşı güven eksikliğinin oluşmasını körükleyen süreci çeşitli ekonomik ve siyasi başarısızlıklar hazırlamıştır. Avrupa Birliği’ne girmek adına hızlandırılan çalışmaların ortaya çıkardığı birkaç sonuç üzerinde durduktun sonra 2007 bütçesini değerlendirelim.

Kıbrıs sorunu,Ermeni diasporasının Fransız parlamentosu üzerindeki baskılarını arttırması gibi siyasi sıkıntılar bu sene içerisinde oldukça baş ağrıtacak gibi gözüküyor. Bunun yanı sıra yapılan reformların halka yansımaması ve özellikle işçiler ile çiftçilerin bu kıskaç arasında bırakılmaları ise ekonomik sorunlar olarak önümüzde durmaktadır. Böyle bir ortamda,hazırlanan bütçeye,birkaç yönden bakmamız gerekmektedir.
Bütçedeki rakamları değerlendirirken,hükümetin 2007 yılında gerçekleşecek seçimden etkilenip etkilenmediğine de dikkat etmeliyiz. Yürütme organı olarak bütçeyi hazırlayan hükümetin,aleni olarak seçime yönelik bir bütçe hazırlaması gerçekten zordur. Ama dolaylı yönlerle böyle bir siyaset izlenebilir. 2007 bütçesini bu yönleriyle değerlendirelim.
Bütçedeki rakamlarda bütçe giderleri 204.9 milyar YTL olarak gerçekleşmiş gözüküyor. Buna karşılık 188.2 milyar YTL gelir ve bunun sonucunda 16.7 milyar YTL bütçe açığı söz konusudur. 2006 yılı tahminine göre bütçe açığı yüzde 82 oranında artmış durumdadır. Bu açığın oluşmasında en önemli nedenlerden biri olarak haziran ayında yaşanan dalgalanmalar sonucu artan faizlere göre borçlanma gösterilmektedir. Bu durumu,ekonominin siyasi istikrarsızlıklara tahammül edememesi olarak düşünebiliriz. Ayrıca faiz dışı giderlerin,bir önceki yılın tahminlerine göre yüzde 21 oranında artması da bütçe açığında temel oluşturmaktadır. Akla gelen soru ise şudur. Acaba hükümet bu harcamalarla,seçim öncesi halka şirin mi gözükmeye çalışmaktadır! Fakat bunu yaparken unutulmaması gereken bir şey var ki,o da sıkı sıkıya bağlanılan IMF’nin bu durumdan pek hoşnut olmayacağıdır. IMF’nin öngördüğü faiz dışı fazla oranını tutturmak için harcamaların kısılması esastır. Ancak bu konuda hükümetin sıkıntıya düşmeyip,mevcut vergi gelirlerini arttırıcı önlemler alması bu gediği kapatmaya yetecektir. Bu durum halk üzerinde beklenmeyen bir fazlalık olacaktır. Yani hazırlanan bütçeden seçim kokuları gelse de hükümet çıkış yolunu bulmaktadır.

Bütçede göze çarpan bir diğer artış Sosyal Güvenlik Giderleri kaleminde. Bir önceki yıla göre yüzde 26’lık bir artış görünmektedir. Kamuoyunda sıklıkla bu harcamaların kısılması gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Yalnız burada orta çıkan tabloyu iyi değerlendirmek gerekmektedir. Sosyal hukuk devleti olabilme koşulu,halkına insanca bir yaşam standardı sağlayabilmektir. Bu koşulun sağlanması için devlet harcama yapmalıdır. İşçisini,emeklisini,gazisini,devletin destek sağlamak zorunda olduğu halk yığınlarını devlet unutmamalıdır. Bunun için sosyal güvenlik konusu önemlidir. Türkiye’de sosyal güvenlik kurumları bütçe üzerinde büyük bir yük olarak gözükmektedir. Bunun asıl sebebini bu kurumları çürüten bazı kemikleşmiş ve reforma muhtaç birimler oluşturmaktadır. Bu düzensizlikler sebebiyle çeşitli yolsuzluklar ortaya çıkmaktadır. Hükümet bu konudaki aksayan yanları,kurumları düzenleyici reformlar yaparak düzeltmelidir. Eğer dış kaynaklı ekonomi politikaları devam ettirilirse yakın zamanda bu kurumlara her hangi bir harcama dahi yapılmayabilir veya çıkarılan kanunlarla sosyal güvenlik kurumları tasfiye edilebilir. Endişe verici bir durumdur bu.

Sonuç olarak bütçedeki rakamlar,siyasi olumsuzlukların yörüngesinde gerçekleşmektedir. 2007 yılının seçim yılı olması nedeniyle bütçedeki bazı kalemlerde çeşitli ayarlamalar yapılmıştır. Fakat dış siyasette izlenen -yanlış- politikaların uygulanabilmesi adına IMF’nin istedikleri de yerine getirilecektir. Bunun için gerekli finansmanın ise mevcut vergilerde artıştan sağlanacağı açıktır. En azından hükümetin uygulayacağı çözümlerden bir tanesi budur.

18 Şubat 2007 Pazar

Ellerim Palto Ceplerimde

Sabah…
Her gün bıkmadan,
usanmadan ziyaretçi dünyaya.
Sabahın ziyaret saatini biliyorum.
Eminönü’nde alt geçitte,
Yeni işbaşı yapmış birkaç kedi
Avlanmaya uzak şımarık balıklar
Seyyar kitapçılar ile
Koşturan birkaç insan.
Bu saatte,ziyaret ediliyoruz biz.

Ellerimiz boş
Misafire mahcubuz.
Ellerimiz palto ceplerinde,
Saygısızlıktan değil ha,
Üşütüyor gecenin kıskançlığı.

İstanbul,ne giyinse güzel.
Bugün gri giyinmiş,
Süsü yok,bulutu da.
Küsü yok,taşıdığı elbise hayli yüklü.
Ne bilim kaç milyon beden?
Bir de,
Alt geçitte o kedi
Müstehzi balıklar ve
Onlardan kumanyasını çıkarmış ben.

Unutmadım seni sevgilim,
Sana geliyorum.
Gece kıskanç,

Ellerim palto ceplerimde.

13 Şubat 2007 Salı

GERÇEKLER

burada anlatılan gerçekler,bizim ülkemizin gerçekleridir. farkındayım çok uzun bir yazı oldu,ama,bu bir yazı dizisi ve üç aşamadan oluşuyor. 8 ağustos-3 eylül 2006 tarihleri arasında yazdığım yazılardır. ancak şimdi,burada paylaşma ihtiyacı duydum...

Gerçekler-1

Niğde’nin bir ilçesi vardır Bor adında. Adamın biri,altında eşeği ile,burada kurulan pazara gelmiş. Saat oldukça ilerlemiş olduğundan,pazardan satın alabileceği pek bir şey kalmamış. Pazar artık kapanmak üzereymiş. Toparlanmakta olan bir pazarcıya,’’yahu,birader burada Pazar yok muydu’’ deyivermiş. Bunun üzerine Pazarcı adama dönmüş ve: ‘’Amcaa,demiş,geçti Bor’un pazarı,sür eşeğini Niğde’ye…’’

Geçti Filistin’in pazarı ey ihvan-ı müslümin,sür eşeğini Lübnan’a. O da geçerse merak etme,sür gel Suriye’ye.
O da mı geçti… hiç tasalanma kardeşim,sür gel İran’a… sendeki eşeklik bitmez kardeşim,sen en iyisi eşeğini bırak,çalan siren sesleri seni doğruca kent sığınaklarına gönderir…

Alman diktatörü Hitlerin,Yahudilere bugünün sınırsız arzu kapılarını açtığı politikası,bugünün huzursuzluğuna,en kullanışlı kılıfı hazırlamıştır. Hitler’in beklenmedik yükselişi,hiçbir şekilde tesadüf eseri gerçekleşmemiştir.
Yahudi felsefesini,o kutsal ülkü olarak gördükleri ‘Yahudileri tek bir devlet altında toplama’ düşüncesini,gerçekleştirebilmek için her türlü siyasi,ekonomik,toplumsal araçları kullanmışlar ve halen daha kullanıyorlardır. İşte Hitler’in yükselişi de bu felsefenin işine yaramıştır.
Bugün İsrail denilen,çocuk katili,devlet(!) gözlerimizin içine baka baka insanları,insanlarımızı;özgürlüğü,özgürlüğümüzü katlediyor,çiğniyor,umursamazca paramparça ediyor. Adını uluslar arası terörizm koydukları bir senaryo yazmışlar ve kötü adama rolünü öldürerek vermişler. Sen,teröristsin denilmiş.
Bugün,Hamas terörist. Bugün Hizbullah terörist. Bugün,üç yaşındaki çocuklar terörist. Peki neden?
Çünkü onlar,kendi topraklarını işgal etmiş,haksız bir efendilik talebinde bulunan abd ve İsrail’e karşı mücadele ediyorlar.

Öyle bir hal aldı ki yaşananlar,bir Filistinli ailenin bir gününü şöyle özetleyebiliriz:

Filistin halkı bombalarla açtı gözlerini yeni doğan sabaha,kutsal topraklarda… Bir çocuğun babası akşamı göremedi. İsrail tankının açtığı ateşte öldü. Akşam oldu. Bombalar sustu. Küçük çocuğun babası gelmedi. Sabah oldu,bombaların karşılaması ile. Küçük çocuğun evini bastılar. Oracıkta gözleri önünde abisini vurdular. Kendilerine elindeki tavayla karşı koyan,küçük çocuğun annesine,tecavüz ettiler. Ve onu da öldürdüler. Ve annesini,babasını,abisini kaybeden küçük çocuk ağlamaya başladı. Ağlama sesini cehennemlerde kavruluncaya dek hiç anlayamayacak olan it sürüsünden bir asker, küçük çocuğun ufacık kafasına,tonlarca basınç uygulayan,ağır makineli tüfeğin tüm mermilerini boşalttı…
Ve sonrasında dünyadan habersiz medyamızın ana haber bülteninde şöyle bir haber,iki kelime ve yalnızca iki dakika süren:

‘’bugün Filistin’de biri çocuk 4 kişi öldü.’’

Ve tüm bunlar vuku bulurken,biz yaşamın yaşanabilinecek başka bir enkazına sığınarak,nefes almaya devam edeceğiz. Bu ve benzeri haberler,akıp gidecek gözlerimizin önünden. Gerçek neydi? Bunu asla göremeyeceğiz… artık uyanmak vakti değil midir? İsrail,batının,abdnin ve dahi işbirlikçilerin sayesinde sınırımıza kadar geldi dayandı. Artık,geç kalınmış bir uyanışa yat vermek zamanı değil midir?
Uyuklayarak pazara gideceğiz… Ama Üsküdar’da sabah olalı epey zaman olmuş olacak.
Ne Pazar kaldı Filistin’de ne de alınabilecek bir avuç nefes…
Daha fazla geç olmadan,savaş sirenlerini mahallelerimizde duymadan önce,süs ve şatafat ile gizlenmiş gerçekleri görelim.
Arzı mev’üd,yani Yahudilerin ‘’vaadedilmiş topraklar’’ ülküsüne,bu ideali gerçekleştirmek için peyda olmuş,Siyonizm konusuna devam edeceğim…

Gerçekler-2(Mali Sömürünün Kaleleri)

Gerçeklere,geçtiğimiz gün başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediği son derece ilginç bir söz ekseninde devam edelim.
Başbakanın,kendisine IMF ile ilgili sorulan soru üzerine verdiği bir yanıt var ki,burada ortaya çıkan durum,Türkiye’ye ve Türkiye gibi gelişmekte olan üçüncü dünya ülkelerine uygulanan ekonomik sömürüyü ortaya çıkarıyor. Cevabın özeti şöyle,’’biz IMF’nin ‘şunu yapmayın,bunu yapmayın’ gibi emirlerine sert bir cevap veremeyiz,çünkü biz IMF’nin kurucu üyesiyiz…’’
Cevap böyle. Ve başbakan doğruyu,gerçeği söylüyor. Türkiye IMF’nin kurucu üyelerinden bir tanesidir.
Peki başka kim var bu kurucu üyeler arasında ? Kimin ne kadar söz hakkı var,bu üyeler birliğinde ?
Şimdi,IMF,yani ekonomik sömürü(gabin) kurumunun yapısını,basit olarak,incelemeye çalışalım.

Ülkelerin çeşitli iktisadi değerlerinin göz önüne alınarak tespit edilen oy (katılım)oranları şöyle:

Amerika'nın toplamdaki oy oranı % 17.35
Rusya'nın % 2.79,
Çin'in ise % 2.20'dir. Evet kurucu üyeler arasında bulunan ABD,Rusya ve Çin’in bu birlikteki oy oranı,yani söz hakkı bu. Peki Türkiye’nin burada yüzde kaç oy hakkı var?

Türkiye'nin toplamdaki oy oranı % 0.49…

Başbakanın sözünü ettiği,üye devlet oluşumuzun bize getirisi yüzde bir bile değil. Yani ABD,Rusya,Çin gibi üye devletlerin çoğunluğu oluşturdu böyle bir ortamda Türkiye’nin söz hakkı bulunmuyor. Türkiye IMF’den aldığı borç paralar karşılığında,bugünün büyük devletlerine siyasi,sosyal,kültürel yaptırımlarla ödün vererek aradaki farkı kapatıyor.

Peki nedir IMF,neden kurulmuştur? Bugünün görünmeyen gerçekleri içerisinde aldığı rol nedir ?

Kuruluşu,II.Dünya Savaşı’nın hemen bitimine rastlıyor. 1945 yılında katılımcı 44 ülke ile kurulmuştur.Üyelik için hiçbir zorlayıcı unsurda bulunulmamış,kredi için ise sadece üyelik gerektiğinden üye devlet sayısı hızla artmıştır. Bugün ise üye devlet sayısı 182 olmuştur.
Bunlar örgütün kuruluş aşamaları ilgili bilgilerdi. Yine IMF hakkında iktisadi terimler içeren türlü açıklamalarda bulunulabilir. Ancak bunlar kafa karıştırmaktan ve gerçeklerin üzerine siyah bir perde örtmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Bugün IMF’nin kredi verdiği ülkelere karşı izlediği politika,baskıcı ve ülke halklarını sindirici bir organizasyondan ibarettir. Modern çağımızın tefecileri,fırsatçıları denilse yanlış olmaz.
IMF’yi,yani Para Fonu’nu ayakta tutan,finanse eden kaynağı,Amerika’da yaşayan zengin sermaye sahibi Yahudiler oluşturmaktadır. Yahudi zenginler,paralarının faiz getirisini bu örgüt üzerinden sağlamaktadırlar. Oldukça basit gözüken bir sistem olsa da,aslında IMF,perde arkasında;dünya siyasetine yön veren,oturdukları yerden savaş kararları alan,dünyaya yeni bir hegemonik devlet anlayışı sunmak isteyen güç sahibi kişilerin bankası durumunda bir örgüt. Yani yasal olmayan,meşru olmayan bir düşünce sisteminin meşrulaştırılmış parçalarından bir tanesi.
Türkiye,Para Fonu’na 1947 yılında katılmıştır. Adına stand-by denilen(hükümetlerin 1-2 yıllık ekonomik planlarını sundukları raporlar) türlü anlaşmalar yapılmış ve ülkeye kredi girişi sağlanmıştır. Ancak bu girişler,yine Para Fonu’nun istediği doğrultudaki yerlerde harcanmıştır. Sonucunda ise,dış ticaretimize sınır konmuş,çiftçimize kota getirilmiş,hesap hanemize faiz ve borç yüklenilmiş,devlet politikalarımızın ise zayıf kalmasına neden olunmuştur. Bugün ise basiretsiz bir dış politika sonucu ortadır. Binlerce yıllık kültürel değerlerle bağlı olduğumuz doğu topraklarına düşen bombalara,söyleyebilecek bir sözümüz olamamaktadır.

IMF ile aynı paralelde çalışmalarını sürdüren diğer bir kurum ise Dünya Bankası’dır. Kuruluş sebebi, II.Dünya Savaşı ardından yıkılan,harap olan,bombaların düştüğü yerlere imar götürmektir. Tabi bu imar çalışmalarını yürütebilmek amacıyla,devletlere verilen krediler söz konusu burada. Yani,savaş kararını alanlar,yüz binlerce masum cana kastedenler,bu defa yardım ediyorlarmış gibi,bir defa da mali yönden kitleleri kıskaçları altına almak istemişlerdir.(Ne tuhaf değil mi,o zaman yaptıkları mali yardımları,bugün Irak’a,Afganistan’a,Lübnan’a yapıyorlar. Yıkıp,demokrasi ve insan hakları getirdikleri topraklara masumane yardım da bulunuyorlar!..)

Siyasi bağımsızlığımızı yok eden kurumların oluşumu bir tesadüf değildir. Bu kurumların izledikleri yola dikkat edildiğinde,aynı elden çıkma bir iş olduğu hemen fark edilecektir.
Bugün kaostan düzen yaratma peşinde olanlar,insanları aç bırakmakla,insanlıklarını ve hatta yaşam haklarını ellerinden almakla tehdit ediyorlar.
Mali yönden çökertilmiş topraklarda çıkabilecek herhangi bir kaos ortamından faydalanmaları ise an meselesi olmaktadır. Bunlara verilebilecek en iyi örnekler arasında Kafkasya topraklarında meydana gelen ‘turuncu,kadife v.b. gibi devrimler’ vardır. Bu devrimlerde,kaosu yaratan sermaye sahipleri ise,hepimizin ismini yakından duyduğumuz George Soros ve onun gibileridir.

Bu zehir akıtan kurumlardan sıyrılamayan ülkeler önünde sonunda,bu büyük yılanın zehrine karışıyorlar ve karışmaya devam edeceklerdir.
Sonuç olarak IMF,Dünya Bankası ve türdeşi bir çok mali kurum/kuruluşlar dünya üzerine kurulmuş dengelerin finansörlüğünü yapan birimlerdir.Karmaşık olan hiçbir tarafları yoktur. Yapmamız gereken şey,buradan yola çıkarak,perdenin arkasında duran diğer gerçeklere aydınlık olabilmektir.

Eğer başa dönecek olursak,çaresiz bir haykırış aslında başbakanın dile getirdikleri. ‘’Biz’’ diyor kendisi,’’İhtilal hükümeti değiliz ki,imf yi atalım ülkemizden. 'Borçlarımızı ödemiyoruz' diyemeyiz.’’
Keşke ihtilal hükümeti olsaydınız sayın başbakan!.. Bu ülke evlatlarının aydınlık geleceklerine açılan kapılar inşa edeceğimiz bir ihtilal. Öyle bir ihtilal ki,tüm barışçı dünya devletlerinin etrafımızda topladığı bir ihtilal. Öyle bir ihtilal ki,ufacık,çaresiz kalmış körpe bedenlerin,çocukların,artık ölmeyeceği bir dünyaya gidilen yolların ihtilali…
Gerçeklere devam edeceğim…

Gerçekler-3

Mustafa Kemal Atatürk bağımsızlıktan bahsederken,bunu siyasal bağımsızlık,topraklarımızın bağımsızlığı ve ekonomik bağımsızlık olarak göstermiştir. Biz böyle bir bağımsızlık tanımını kabullendik.Ancak bugün Ortadoğu toprakları ekonomik bağımsızlıkları ellerinden alınmış ülkelerin bir yuvası haline getirilmiştir. Bilinçli yürütülen yok etme siyasetleri gün gibi ortadadır.
Ortadoğu topraklarına tarihin başından beri mübarek,kutsal topraklar gözüyle bakılmıştır. Bir diğer ifadeyle Mukaddes Topraklar. Halklara gönderilen peygamberlerin bir çoğunun buradan çıkması,Kabe ve Kudüs gibi dini merkezlerin burada bulunması,Ortadoğu’nun önemini anlatmaktadır.

Bu topraklar,insanoğlunun bugünkü varoluş şeklini yani,dış görünümünü,iç dünyasının tabiatını şekillendirmiştir. Doğu topraklarından ardı belli olmayan sonsuz evrene doğru yayılan bir ışık daima var olmuştur. Bu toprakların insanları,insanca yaşamanın ilkelerini benimsemişler,kendilerine ‘doğru’ için gönderilen kılavuz kişilere bağlı kalarak bu toprakları geliştirmişlerdir.
Fen,matematik,tıp,edebiyat,uzay gibi alanlarda araştırmalar yapmışlar ve böylece insanlığın geleceğine ekilen tohumlar olmuşlardır.
Batı,Doğu’nun gerisinde kalmış,ilmi eksikliklerini itikatsızlıkları perçinlemiştir…

Bugünün Ortadoğu’suna baktığımızda,batının bombaları her yerdedir. Batı,bombasını atacağı yerleri öncesinde bomba atılmaya hazır hale getirmektedir. Peki bunu nasıl yapıyorlar ? Bugün Filistin,Afganistan,Irak,Lübnan bombalanırken,’’yeni dünya düzeni’’ hayallerine en büyük engel ülke Türkiye’yi neden yakıp yıkmıyorlar ? Ortadoğu üzerinde kader değişikliği nasıl yapılıyor?

Sorular… Sorular birbiri ardını izliyor. Cevabını vermek ne kadar zor. Bu soruların cevabı barış değil bugün. Barış kelimesinin hiçbir dünya lisanında kutsallığı kalmamıştır.

Ortadoğu topraklarına geniş bir açıyla baktığımızda,bu topraklardaki Müslüman devletlerin birbirlerinden nasıl ayrı oldukları rahat bir şekilde anlaşılır. Batının,işgalcilerin,sömürgeci toplumların en büyük silahı kitleleri ayırmak,parçalara bölmektir. Birbirinden ayrılan koskoca parçaları yönetmek,yönlendirmek,işgal etmek daha kolay bir siyaset gerektirir. Türkiye,bugün zorunda bırakıldığı Avrupa Birliği,IMF v.s gibi kuruluşların dayatmaları ile ayrıştırılmaktadır. Sosyal,ahlaki,dini,felsefi her görüşe bir bağımsızlık tanınmakta. Daha bugün,Avrupa Parlamentosu yayınladığı Türkiye raporunda,hükümetin dini hoşgörüsüzlüğünden bahsedip,Alevilerin ayrı bir milletmiş gibi tanınmasını istemiştir. Küçük parçalara ayırma siyasetine küçük ve güncel bir örnekti bu.

Yeniden Ortadoğu topraklarına dönecek olursak,doğu topraklarında Müslümanlığın liderliğine soyunan büyük devletlere göz atalım.
Suudi Arabistan,bulunduğu coğrafyada İslamiyet’in mukaddes emanetlerine sahiptir. Petrol zengini,siyaseti yönlendirilmiş,dirayetsiz bir devlet görünümünde bugün.
Bugün Ortadoğu petrollerinin %99 u yedi büyük petrol şirketinin hakimiyeti altında bulunmaktadır. Bu büyük şirketlerden dördünün birleşmesi ile kurulan Suud şirketi ARAMCO’dur. Yani,Ortadoğu’nun petrol piyasasında tek hakim güç Suudilermiş gibi görünüyor. Ancak,bu şirketin hisseleri,dünya siyasetine yön vermekte olan birkaç aileden biri olan Rockefeller ailesine ait 4 şirket tarafından paylaşılmıştır. Bu yedi şirketten 5 tanesi Rockefeller ailesine ait şirketlerdir. Geride kalan şirketlerin (Shell ve Royal Dutch) sahipleri de yine yahudidir.

Bu bilgilerden sonra,günümüze dönelim. Lübnan işgalinin başladığı günlerde İsrail’in katliamlarına tek bir tepki dahi göstermek bir tarafa,Lübnan’daki direniş örgütlerini kınayan ülke Suudi Arabistan’dır. Hizbullah’ın bölgesel barışın oluşumunu engellediğini v.s gibilerinden kaynağı deniz aşırı olan beyanlarda bulunulmuştur.
Sahip olduğu ekonomik gücünü,komşularının beraberliğinde zulümlere ve işgallere karşı müdafaa gösterecek şekilde kullanmak varken,Suudiler rahatlık içerisinde yaşamlarını devam ettiriyorlar. Yanı başlarında ölen çaresiz bebeklerin ağlamalarını duyacak vicdanları ise petrole ve kana bulanmıştır. Geçtiğimiz haftalarda ülkemize de gelen bu sahte Müslümanlar,şatafatın ve ahlaksız bir itibarın sahibi olarak Çırağan Sarayı’nda ağırlandılar. Karşı koyan,bağımsızlığı için sapanla,taşla evini ülkesini savunan masum insanlar ise toprağa gömüldüler. Burada tek bir gerçek vardır,gün yüzüne çıkan. Bilgisiz,görgüsüz,aptal kaba saba bedenleriyle altın taslardan su içip,pırlanta taçlarla süslü yataklarda uyuyan bu aşağılık çöl farelerine kol kanat geren Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yaptırımlar karşısında takınamadığı tavır. Asıl gerçek budur. Böyle bir ruhsuzluğa,ahlaksızlığa karşı söylenebilecek kelam yoktur.

Ortadoğu’da lider ülke olma rolündeki bir ülke de hiç kuşkusuz Türkiye. Ancak,böyle bir role soyunan ülkemizde süre gelen olaylar,Suudi Arabistan’ı aratmayacak bir hal almıştır.

Gün yüzüne çıkmış bu adi tezgahlar ve ortaklıklar ülkemizde de cereyan ediyor. Çok büyük servetlere sahip olan Yeni Dünya Düzencileri ülkemizde de kendilerine her daim yandaş bulmuşlardır. Yahudi dönmesi olan bir çok tanınmış işadamı,yazar,servet sahibi kişiler Türkiye’de sömürgeci,ayrılıkçı güçlere hizmetini sürdürmektedir. Tıpkı Ortadoğu’daki Suudlar gibi. Bugün kendilerine ait bir vakıfları vardır. Kurucuları arasında bulunan kişilerin amaçladıkları,ülkemizde Yahudi sempatisi yaratmak ve Yahudi lobisinin faaliyetlerini rahatça yürütebileceği bir ortamı hazırlamaktır. Böylece gerektiğinde haksız savaşlarına haklılık yaratacak durumları oluşturabileceklerdir. Savaş tezkereleri hazırlatmak gibi.
Kurulan vakfın adı 500.Yıl Vakfı’dır. Bu vakıf çalışmalarını yürütürken,kendi tüzüğünde kabul ettiği üzere,yardımsever bir kimliğe bürünmüştür. Bu vakfın kurucuları arasında Üzeyir Garih,İshak Alaton,Sami Kohen,Vitali Hakko (Vakko’nun sahibi) gibi tanınmış kişiler vardır. Ayrıca,Yahudi olmayıp da destek veren kuruculardan rahmetli olmuş Sakıp Sabancı(o olmasa da Sabancı ailesi buna devam etmektedir.),tiyatrocu Yıldız Kenter,yazar Yavuz Donat,Altemur Kılıç gibi isimler de mevcuttur.
Daha garip olan bir şey var ki,işte bu,bu toprakların asıl sahibi olan;bağımsızlığına,kültürüne,ahlakına sonuna kadar bağlı herkesin vicdanına bıçak yarası gibi işleyecektir. Bu sömürgeci güçlerin ülkemizde üs kurduğu 500. Yıl Vakfı Maliye Bakanlığı’nca yayınlanan ‘’Vergiden Muaf Kurum/Kuruluşlar’’ listesinde ilk sırada yer almaktadır.
Anadolu topraklarının kudretiyle donanmış,sarsılmaz bütünlüğüyle dimdik ayakta duran varlığımıza içten sokulan hançerler yetmiyormuş gibi,bir de bu hançerleri kendi ellerimizle bilemekteyiz. İstihdam yaratılamadığı için sokakta aç gezen Anadolu köylüsünün hakkı; işbirlikçi,ahlak yoksunu insanlara hibe ediliyor. Kazandığının neredeyse yarısını devletin kaynak yaratması için vergi diye veren işçi,memur,esnafın paraları bizi kalbimizden vuracak olan silahlara gidiyor. Hali hazırda bulunan ülke kaynaklarına çoktan şerh düşülmüş iken,henüz doğmamış olan kaynaklar da yok edilmiştir. Sömürgeci güçler böyle bir sistemi kurmuşken neden topla tüfekle Türkiye’yi vursun ki ? Savaşarak elde edemeyeceklerini bugün rahatlıkla elde edebiliyorlar.

Bir taraftan Avrupa Birliği,Imf diğer tarafta kana susamış,saçma ideoloji sahibi Siyonistler,diğer tarafta kandırılmış ülke evlatlarının durumu. Uyanın artık bu uykudan. Bu uyku ölüm uykusudur. Ahlakı çürümüş insanlardan farkımız bin yıllık geleneğimiz,göreneğimiz,kültürümüz varken;bunca değer,bunca gönül zenginliği taşıyan tarihimiz varken nedir bu gaflet ?

Bizim savaşımız,elimizde tutacağımız silahlarla başlamayacak. Bizim savaşımız gönlümüzden kopup gelen kelimelerle,hak ile hukuk ile,adaletli gönüllerimiz ile başlayacak. Zulme karşı bir olmayı bileceğiz. Kardeşlerimiz,tarihimiz,vicdanımız yok edilirken elimiz bağlı oturmayacağız. En büyük ülkülerine parayla,işbirlikçi askerleriyle ulaşmaya çalışanlar kaybedecekler. Ta ki kardeşçe yaşamasını öğrenene kadar. Tek ırk olarak kendilerini yüceltmekten,Vaadedilmiş Topraklar diyerek işgal etmekten vazgeçtiklerinde,biz de onlarla yan yana barış içerisinde yaşayabiliriz. Ancak,bugünkü gibi sinsi planlarla,toplumları birbirinden ayırmaya uğraşarak geçirecekleri her zaman diliminde biz onların karşısında duracağız.
Biz,gerçeklere gözümüzü kapatmadan baktığımız sürece,kandırılmış işbirlikçilerin arasına düşmeyeceğiz. Bu ahlak çöküntüsünden doğma inançları,zulümleri,vahşetleri;kandıramadıkları her insanın gözünde yanan ateşlerde son bulacaktır.

3 Şubat 2007 Cumartesi

Anadolu Evlatları

Nihayet beyazına kavuştu İstanbul. Öyle bir kucaklaşmaya şahit oldu ki gökyüzü,ağlayıverdi bir anda. Sonrasında büyü bozuldu bu ağlamayla. Beyaz yeniden uzaklara gitti,nedendir bilinmez. Nedir bizim beyazdan beklentimiz? Nasıl birşey olmasını istiyoruz? Ya da onlarca yıldır beyaz diye baktığımız neydi? Bugün değişen ne?
Neden çok uzaklarda arar olduk. Gelmediğini düşünür olduk. Biz ne olduk? Biz neydik? Bugün neyiz? Gerçekten görüyor muyuz? Eğer sorun gerçekten beyazlarda ise,beyazlar nerede. Ama yok,sorun bizde ise bizim aradığımız gerçekte nasıl bir şey...
Bizler,iyi olayları beyazlarla karşılamayı severiz. Hep sevmişizdir. İzlediğimiz filmlerde savaşlar beyaz bayraklarla son bulur. Sevdiğimiz beyaz giyer,öyle gelir. Gelin olur. Eğer çocuksak ve mevsim kışsa kar yağar. Kar beyazdır. Düşünmeden,hiç hesap etmeden yağsın isteriz. Kar yağsın her taraf beyaz olsun. Bütün nesneler;yollar,kaldırımlar,elektrik direkleri,evimizin çatısı her taraf bembeyaz... Hep beyaz kağıtlara yazarız. Kalem ne olursa olsun,ister kurşunkalem gri;ister canlı bir mavi veya en koyusu. Kağıt beyazdır... Alıştığımız odur. Kalemler bedenlenir. Maddileşir bir anda. Beyaz üzerinde her ne varsa gösterir. Yalansız bir ayna gibidir. İltimas göstermez. Bütün renklere hak ettiğini verir. Ne bir fazla ne bir eksik... Doğada binbir türden,binbir şiir kokan çiçek vardır. Renklerine romanlar yazılır. Kokuları sevgiliyi hatırlatır. Baharı,yazı belki sonbaharı kokar çiçekler. Beyaz olan çiçeğe bir başka gözle bakılır her daim. Kırmızısı da aşk kokar gülün;beyazı,bir akşam üstü serinliğinde aniden çiseleyen bir yağmur gibidir oysa...
Çocuk olduğumuzda kimyasına dokunamadığız tek renktir beyaz. Ne kadar boyarsan boya,aslı gibi tat vermez... Sulu boya resim yapardım! Yaşım,sulu boya ile resim yapacak kadar küçük. Ev yapardım ilk iş... Aynı şimdiki gibi. İlk iş bir ev almak ister gibi. Veya en azından kiralamak. Resimlerde daha bir kolaydı. Çizdiğin sana ait... Sahibi sensin... Hatırlarım da,sulu boyamla ne vakit beyaza boyamak istesem evimin herhangi bir köşesini,olmazdı. Ya fırçam herhangi bir renge batardı ve yahut fırçayı temizlediğim su karışırdı zevkime... Bir türlü beyaza söz geçiremezdim... Ve ne acıdır ki,bugün sadece ben değil,bütün insanoğlu söz geçiremiyor beyaza,beyazlığa...

Aydınlığı,güzelliği kaybettik. Hiç bir rengin,kokunun,duygunun tadı tuzu kalmadı. Anadolu toprağı mekanikleşmeden,metalleşip soğumadan dimdik ayakta duruyor. Fakat işte bütün bu sindirme,bütün bu duygulara işlenen cinayetler bu dimdik duran beden ve ruha karşılık. Beyazı katledenler,acımasızca gökyüzünden,evimizden,resmimizden,soframızdan kovanlar,istiyorlar ki soluğumuzu kaybedelim. Yüzyıllardır neşe içerisinde atan bir kalbe bağlı organizmalar gibidir Anadolu. Damarlarına coşku dolu kanı pompalayan,ailesini geçindiren ulu bir baba gibidir Anadolu. İnsanına erdemli olmayı kendi ahlak okullarında öğretmiş ve bu öğretileri aka aka,bir büyük okyanus olmuştur Anadolu. İşte bütün renkler ve tabi beyaz da bu ahlak okulunda doğmuş,buradan mezun olmuştur. Tekkesini,dergahını terk edip,insanlığa umut olmak için yola çıkmıştır tüm canlılık değerleri. Beyaz da bir sufi gibi,sadık bir mürid gibi efendisinin buyruğuna uymuş,tüm cihanda aydınlık olmak için kendini yollara,dillere,göklere vurmuştur. Etrafına bütün dinleri,dilleri,en ulu gökleri,en engin dağları,çıldırır gibi akan nehirleri toplamıştır. İnsanlar içlerinde sebebini bilemedikleri bir saygı tahtı açmışlardır,Anadolunun bu mert değerlerine ve beyaza. Hayat senaryosunda hırçınlaşan nesiller bile yeri geldiğinde,karşısında saygı ile boyun eğmiştir bu değerlere... Çok öncelere beyazın,gitgide ağlamaklı günlere büründüğü,o günlere gitmeyeceğim. Amacım çok acı çektirmek değil,bu yorgun savaşçıya. Amacım,en son görüldüğü yerde,insanlığa ve efendisi Anadoluya artık daha fazla hizmet edemeyecek kadar güçsüz hale gelmiş olarak bezgince oturduğunu anlatabilmek. Ve eğer bir şansımız daha varsa,söylediğimiz ninnilerle onu geri getirebilmek. İlahi söyler gibi uhrevi yüce bir atmosferde ama ruhundaki küçücük bebeğin dudaklarını titretecek denli de ninnimsi bir şekilde. Geri çağırmak! Gel demekle olmaz,biliyorum! Belki en çok kanadığı yerleri herkes bilirse;görmeye,hatırlamaya başlarsa bir faydası olur! Yüreklerimizdeki titremeler ney dinler gibi işlerse bütün bedenimize ve o titremeler gözlerimizde hazır bekleyen katreleri harekete geçirebilirse,işte o zaman beyaz kirinden arınabilir. Görevimiz,beyazı ağlaya ağlaya kirinden,çamurundan,pisliğinden,kanından,haykırışından kurtarmaktır.

Bugün,sözümüz kayboldu. Bugün beyazı hiç kalkmayacağı yere defnettik artık. Soğuk bir mezar taşına sarılıp,ağlayışlarımıza cevap bekler gibi çaresiziz. Dağların geçit vermediği bir coğrafyada kayboldu beyaz. Kıydılar,sırf Anadoludan kopup buralara geldiği için. Sırf buralarda kendine kardeşler bulduğu için. Dik dağlarla çevrili bir kayıp şehirden bahsediyorum. Avrupa'nın ortasında,bize bırakılan ama habersiz olduğumuz bir mirastan. Adı Bosna. Beyazın ulaşıp göklerinde okyanus renklere dönüştüğü,dağlarında şifa diye gezdiği yerden. Bosna'dan... Beyazın öldüğü,katledildiği yerlerden biri. En kutsal topraklarımızdan biri. Batının ortasında,Avrupanın ortasında bir bebek kundağı gibi masum,bir bebek inlemesi gibi narin,tarihin dumanı üzerinde toprağı Bosna... Bosnayı anlatmalıyız. Bosnayı bilmiyoruz. Bosnayı öğrenmeliyiz. En azından bildiğimiz kadarını yazmalı,konuşmalıyız. Bildikçe,okudukça yeniden ve yeniden konuşmalıyız. İçli bir türkü gibi gözlerimizde dalga dalga göz nehirlerini bulandıran bir isim Bosna... Osmanlının uzaklarda bıraktığı,elinden tutamadığı evladı... Uzaklığından fırsat bilen yaban,vahşi eller kıydılar bu duruluk sembolüne. Beyazın alıp başını geldiği yerlerden bir yer burası. Fatih Sultan Mehmet fethediyor bu toprakları. İşte tam da ondan sonra başlıyor buraların hikayesi. Nedense çok öncelerden beri,Bosna dendiğinde bir iç rahatlığı bir sadelik başka bir ruh dinginliği hissederim. Atalarımızın el sürdüğü,yüz sürdüğü gezip dolaştığı,ruhuna nefes verdiği bambaşka bir yer sanki burası. Bir türlü ayrılamadığımız,kopamadığımız bir akrabamız gibi. Sanki İstanbul'un uzaktan akrabası. Ya da -gönül öyle duymak istiyor- İstanbul'un bir ilçesi,bir kardeşi gibi... Çok başka bir tat var buralarda... Ama maalesef,bu güzelliklerden çok,buralarda yaşanan kıyımlardan,vahşetlerden,soykırımlardan bahsediyoruz. Beyazın boynu burada bükük. Elinden gelen bir şey yok...

Bosna'da tarihin en büyük kıyımlarından bir tanesi yaşandı çok yakın bir zaman önce. Bütün Avrupa'nın,batının gözleri önünde. Ses çıkarılmadı,ağlayanı olmadı bu bereketli yüce toprakların. Bugünün ucuz siyasi rant ekmeklerinden bir tanesi olan 'sözde soykırımlar'la karıştırılmaması gereken bir soykırım bu. Yüz binlerce insan buralarda can verdi. Osmanlı mirası olduğu için kanatıldı bu toprak. Beyazların mutlu mesut kardeşlik halayı bozuldu. Beyazlar en acı görevlerini yapmaya geldiler buraya. Toprak ile bedenin buluşmasında giyilen bir elbiseye renk verdi beyaz burada. Yüz binlerce beyaz. Yüz binlerce kefen. Yüz binlerce Bosnalı öldü...
Ellerinde ağır otomatik silahlarla Sırplar içiçe yaşadıkları,aynı nefese kulaç salladıkları insanları,bütün dünyanın gözleri önünde katletti. Bugüne kadar geniş kapsamlı hiç bir sempozyuma,panele v.s her ne yapılabilirse,bunların hiç bir tanesine denk gelmedik... Sahte aydınlar zümresi,koca koca üniversitelerde 'sözde' tarihsel kurgulara gerçeklik katmaya uğraşırken,Bosna'da soykırıma uğrayan insanların mezarlarında yeni yeni çiçekler filizleniyordu... Fakat bu çiçeklerin kokusu Bosna insanına hayat direnci,yaşama inancı verdi. Sakın ola,bu kukla aydıncıklar buraladaki çiçekleri koklamaya kalkmasınlar diyorum... Bu çiçekler,Fatih'in şehit torunlarının ailesini,ülkesini son haddine dek kahramanca savaştıktan sonra öldüğü yerde bitmiş çiçeklerdir. Bu çiçekler Anadolu toprağını,Anadolu aydınını çok iyi tanır. Gerçek aydınlarda,yüreklerinde çığların yıkıldığı bedenlerde hemen bir sıcaklık bulur. Okşar gibi karşılar. Ayağa kalkamayan bedenler mahçuptur. Kusura bakmayın der gibi bakar bu çiçekler,yatanın adına...Tabi sahte aydıncıkları da anında tanır bu çiçekler. Aynı kokuyu,aynı yaşama sevincini bulamaz bu sahte aydınlar burada. Koklayacakları nefrettir. Ki zaten bu kimseler,Bosnayı da görmediler,tıpkı Avrupa'da bu soykırıma göz yumanlar gibi...

Beyazın dolaştığı yerler bizi nerelere götürdü. Kendimizi bir anda Bosna'da gök kubbenin altında bulduk İbadet edercesine masum. Ağlarcasına herşeyden vazgeçmiş. Hasret çeker gibi gururlu. Hüzünle sıkı bir dost olmuş gibi dik başlı ve soylu... Beyazın Bosna topraklarına,Fatihle birlikte,ilahi söylerek üflediği bu demi bugün diriltmek,beyazı çağıran bizlerin bir görevidir. Bunun bekçiliğini yapmak,bir türbedar kadar kutsi bir iş yapmak anlamına gelmektedir...

Nihayet bir beyazı yakaladık ucundan... Saygı ile önünde eğildik. Bedenlenmesi,canlanması bir bütün gibi karşımıza çıkması için çağırmaya devam edelim. Modern dünyaya,şehirleşememiş köhne devletçiklere inat! Öyle bir savaş ki bu,beyaza ulaşabilmek adına silahlarımızı gönüllerimizin haznesinde saklıyoruz. Asil bir şekilde dillendiğimizde,bütün beyazlara hem İstanbul kavuşacak hem de insanlık. Sımsıkı saracağız o vakit. Belki sevgilimizi,belki kar yağmış bir sokakta caddeleri,kaldırımları,belki resmettiğimiz evleri,belki... Belki de beyaz olacağız en koyu karanlıktan yırtılıp sıyrıldığımızda...