8 Kasım 2007 Perşembe

sancı


bir sancı: anne ve yazar

19 eylül, sabaha doğru koşar adım.

Gecenin en aklı başında saatleriyle oturuyorum. Biri, adının layığı; diğeri yaşamanın hesap sorulmaz dışa dönüklüğü; iki aynı renk: siyah.

Gece siyah… Ben siyah…

Gece siyah, gece hüzün. Ben siyah, ben kendine siyah.

Karnıma saplanan, nereden geldiğini bilemediğim, bir kitap açıp da sebebini bulmaktan üşendiğim bir sancının eşliğine aldırmıyorum. Bu sancı neyin nesi. Üretmenin beklendik, dayanılmaz ve ümit vadeden dakikaları mıdır? Hani bir anne adayının, ağzı burnunda, ameliyat sedyesinde üretkenliği. Ya da bir yazarın gözlüklerinin arkasında, uyuyor mu uyanık mı belli olmayan, eli kaleminde her an tetik profilinde saklı bir üretkenlik mi?

Her ikisi de olabilir. Karnımdaki sancının üretmekle ilgili olduğu su götürmez bir gerçek. Biyolojik bir cevap aradığını zannetmiyorum. O zaman sedye üzerinde değilim demek gerekir mi? Hayır gerekmez. Üretmenin ‘kutsallığını’ arka planda düşündüğümde, o sedyeden ayrı kalmam imkansız. Masa başında kalem kağıt, kitap ve türlü irili ufaklı düşüncelerin ortasında çekilen sancıyla, sedyedeki sancıları birbirinden ayıramıyorum. Ne doğacağını inanın ben de bilmiyorum, sadece siyah bir gecenin, siyah bir adamla baş başalığında, şahit olduğu bir anı yazıyorum.

Sıkıntı toprağından üremiş bir adam, adı Şefik. Kopuşlarla iç içe yaşayan, düşüncelerine hapsolmuş ve kendine demir parmaklı iç düşünce alemi yaratmış, eli kaleminde bir yazar.

Sağ elinin işaret ve orta parmağı arasına sıkıştırdığı cıgarası devamlı yanan, suskunluklarını bir anda katleden, taze küfürleri dudağından cıgara dumanıyla salıveren bir toplum insanı. Kalabalıklarda tek, tek başınayken bütün kalabalık.

İç dünyasındaki renkleri dilediği gibi birbirleriyle oynaştıran, sıkıntılı bir rüzgarın oğlu, Memduh. Uzun saçlarını rüzgarlara mütemadiyen teslim eden, en sustuğunda bile düşünce üstüne düşüncelerle sarmaş dolaş. Şefik’e en yakın adam. Şefik’in sevdiğine aşık, aşık olduğunu arkadaşının ağzından duymak zorunda kalan bir ara hayat…

Sevil; hani, gözleri zeytin çekirdeğinden biraz büyükçe, o kısa saçlarıyla hatırda kalan kız…

Vehbi bey, emekli hakim. Şimdinin çapulcu takımından, giyindikleriyle bu tabana mensup, yoksa, düşünceleri hala çok militan. Yüzünde hala o eski idealist adam..

Küçük Aysel… Off küçük kız, offf! Git başımdan!...

Irak, toplum, barış, Türkiye, yağmur, gök gürültüsü, cıgara, bir eskici, murat 131, ağlayan bir piç, siktir edilmiş yaşamlar -özellikle Şefik’inki olabilir mi?-. Kalabalıklığımın nedeni ve sancılarımın paylaşılmazlığı bundan. Etrafımı saran kişileri tanıyın.

Sancılar. Sancılarım… Bırakıp gitmek istiyorum; düşünmemek.

Kimin kadar doğruyum,

kimin ki kadar insancıl.

Kimin doğrularını yazıyorum;

hani oradan bakanın söyleyebileceği…

Ve gerçekten de

sancıya değer mi acaba

düşüncelerim içinde çizdiğim çöp adamlar.

Bitsin bu yazı,

doğmadık bebeğe

don biçmekten öteye gitmiyor çünkü

söylediklerim…

Hiç yorum yok: