7 Temmuz 2008 Pazartesi

Her durak…

Sokaklara ay ışığı dökülmeye başlıyor. Akşam. Gölgemi arar oluyorum. Gölgem de beni arıyor mu? Yetişemedi, ihtimal trafik! Sokak ışıklarından çıkıp geliyor bana benzeyen karartı ve ben yürümeye devam ediyorum…

Bir mezuniyet yazısı bu aslında… Yürüdüğüm sokak, hayatım. Gölgem, bir arayış. Akşam, durup kendimi dinlediğim anlar… İşte o sokakta bir durakta duruyorum ve geriye bakıyorum. İnsan yükü karamsarlıklar, hüzünler, stresler ve of’lamalar pof’lamalarla geçen bir dört sene sonunda kazanılan milyonlarca mutluluk tohumun getireceği değeri paha biçilemez günlere avuç açıyorum…

Bu dört sene sonunda artık mezunum. İzinliyim artık. Hem yapabileceklerim için hem de öğrencilik hayatımdan izinliyim. Sokak boyu daha ne duraklar var ne durup durmadan koşulacak anlar var, farkındayım. Lâkin bu koşuda yalnız değilim. Bu dört sene içinde yalnızlığım yalnız kaldı ki en büyük kazancımdır. Seni seviyorum…

Sokak uzun, duraklar sayısız ve ‘her durak yeni bir ayrılık’ bunu biliyorum. Her bir durağa varışımızda o duraktan kopmak için harekete geçeceğiz ve bu böylece sürüp gidecek. Çünkü her durak yeni bir ayrılık…


“her durak yeni bir ayrılık
ellerin eriyip kayıyor ellerimden…”




yusuf gürer
7 temmuz 2008/istanbul

4 Temmuz 2008 Cuma

yıldızlardan kıskanacağım

tek şiirimsin ömrüm bitene dek
seni yazacak ve söyleyeceğim
şair olamazsam affetmelisin
tek şiirime ömrümü dökeceğim

sokaklarda kaldırımlarda
şiirimi görebilirsin
akacaksın yeşil bir nehir gibi hafızalarda
arada durup dinlenmelisin

dökülecek sevdam kan revan
mavi akacak damarlarım
siyah akacak damarlarım saçlarından
yıldıza kesecek akşamlarım

tek ve yalnızca seni yazacağım
tek şiirim olacaksın ömrüm bitene dek
sokaklar bilecek kaldırımlara çizeceğim
gökyüzü okuyacak aşkımı
yıldızlar oturup bulutlarda yarı çakır keyif
süt beyazı bir sarhoşlukla rakı içecek
yıldızlara parıltılı küfürler tüküreceğim

nehirken sen mavi akarken
saçlarının siyahını dökerken damarlarım
kendini göreceksin sen durup dinlenirken
seni yıldızlardan kıskanacağım


yusuf gürer

4 temmuz 2008/istanbul

10 Haziran 2008 Salı

asker

kardeşim gökhan'a...

“kışlalar doldu bugün
doldu boşaldı bugün,”
kışlalarda ağaçlar var
gündüzleri orman orman
ve yeşilin koyusundan
geceleri kışlalarda ışık yok
kışlalar bomboş ve ağaçlar

güneşle ne denli yeşilse
geceyle bir o kadar karanlıklar.

kışlalarda askerler
kamuflajlarında anneler babalar dalında yonca güller
güneş düşman ve gece sabah olsa diye geçiyor günler
kışlalarda boy boy göğü tokatlayan ağaçlar
geceleri öyle karanlıklar, öyle uzak ve suskunlar
kışlalar doldu bugün
kardeşim asker bugün.


yusuf gürer
30 mayıs 2008/istanbul

8 Mayıs 2008 Perşembe

Sercan'ın kamerasından-2 : beşiktaş

akşam vakti henüz kaybetmiş bekaretini... aydınlık uykuya dalmış, sıradan bir istanbul akşamı: yağmur, hafif flu siyah akşam, soğuk motor iniltisi; ne bileyim işte, sercan'ın kamerası yine çevik, ben yine yavaş ve hevesli...

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Sercan'ın kamerasından kadıköy akşamı



bir kadıköy akşamı; siyah ve deniz... deniz mavi ve koyu lacivert. sercan'ın kamerasında gülen ve düşünen gözler, düşünmek dediğim çok da önemli birşey değil, olsa olsa: sıradan bir akşama anlam katacak o çevik kameranın kadrajının tarihe düşecek şu kaydına anlamlı bakabilme telaşı... müzik de fena değil hani...


kamera: sercan almaz
oyuncu: y.g.

27 Nisan 2008 Pazar

‘Dengeleri’ değiştireyim derken

11 Mart 2008

İMECE'de, 31 Ekim 2007 tarihinde, sevgili Mehmet Deniz Karakışla'nın Karadeniz'de Değişen Dengeler ve Türkiye adlı bir yazısı yayımlanmıştı. Bu yazıda bölgesel ve sonrasında küresel boyutlarda görülmesi olası dengeler üzerine kimi -yerinde- tahliller mevcuttu.(İlgili yazıya buradan ulaşabilirsiniz.)

Bendenizin bu yazıya yaptığı yorumda; uluslararası bir proje olan, Kafkasya-AB flörtlü doğalgaz taşınması projesi 'Nabucco projesinden' söz açılmıştı. O yorumda;

"...kısaca, nabucco projesi; kazakistan ve türkmenistan gazının hazar denizinin altından geçirilerek, Türkiye yolu ile AB ülkelerine ulaştırılmasıdır. Fakat Rusya, proje hayata geçmeden Türkmenistan ve Kazakistan ile bir antlaşma imzalayarak, mevcut yolu kendi topraklarından geçirmek istemesiyle, Türkiye oyun dışı bırakılmak istenmiştir diyebiliriz..." demişimdir.

Bu proje ile yapılmak istenen, Avrupa'nın doğalgaz ihtiyacını karşılarken yüz-göz ve bağımlı olduğu Rusya tekelinden kurtulmak istemesidir...

Tam da bu konuda; Türkiye, AB ile olan "enseye şaplak..." samimiyetinden ve 'olur da yaranırım, beni de alırlar' mantığının getirdikleriyle bu projeye kucak açmaktadır. (Başka türlü bir çıkar ilişkisi varsa da -hani bizim kârımıza-, bizlere söylenmediğinden, bihaberiz.) Öyle ki, Rusya'nın dengeleri korumak ve tekeline sokulan çomağı engelleme adına yürüttüğü politikaları istişare etmek üzere, bir nevi arabuluculuk göreviyle Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Ali Babacan, Rusya'ya gidiyor. Sonrası Milliyet gazetesinin 22 Şubat 2008 tarihindeki haberinde şöyle anlatılmakta:

"...Dışişleri Bakanı Ali Babacan'ın 19-20 Şubat tarihlerinde gerçekleştirdiği Moskova ziyareti sırasında talep etmesine rağmen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'den randevu alamadığı öğrenildi. Babacan'ın Avrupa'nın Rusya hattına alternatif olarak kurulmasını istediği NABUCCO enerji hattına Rusya'nın da gaz temin etmesi önerisini (arabuluculuk adına getirilen teklif) Moskova'ya ilettiği bildirildi."

"...Babacan'ın Rus meslektaşı Lavrov ile yaptığı görüşmede Avrupa'yı doğalgaz ihtiyacının karşılanmasında Rusya tekelinden (mevcut durum, Avrupa'nın istemediği bu) kurtarması öngörülen Nabucco doğalgaz projesine Rusya'nın da gaz temin etmesi önerisini iletmesi 'dikkat çekti' (bu ne biçim iştir!' demek istiyor gazete). Lavrov'un öneriye 'değerlendirip yanıt verelim' karşılığını verdiği öğrenildi."

Şimdi, değerlendirme sizin... Dengeler bu kadar basit ve laubali bir acemilikle değiştirilir mi? Küçük düşmek de cabası... değil midir?İlerleyen günlerde nasıl bir yol izlenecek, göreceğiz.

Yusuf Gürer

12 Nisan 2008 Cumartesi

Kıdeme yeni 'ayar' ve kelebeklerin dansı --3.yazı--



24 mart 2008


(Gündemde iktisat konuşulmadığında, yani ekonomik parametreler iki göze iki kulağa yabancılaştığında; acaba içinde kavrulduğumuz ekonomik küreselleşmeden de -serbestleşmeler ve özelleştirmeler- uzaklaşıyor muyuz? Kazın ayağı böyle mi, gerçekten de? E değil tabii, aklı selim bilir. Arkanıza yaslanın, ya da gözlerinizin ferini şu satırlara bir sallandırın da şu konuyu bitirelim!)

Kıdem tazminatını bir tanım cümlesiyle açıklamıştık hani, geçen son yazı; bir daha hatırlatmak da fayda var: (çünkü, son bir düzenleme -ayar- çeken hükümet, üzerinde bir türlü anlaşmaya varamadığı kıdem tazminatını olmadık yerlere götürüyor.)

"Kıdem tazminatı; kanunda gösterilen fesih hâllerinde en az bir yıllık kıdeme sahip işçiye veya işçinin ölümü halinde hak sahiplerine işveren tarafından kanun gereği ödenmesi icap eden, miktarı işçinin kıdemine ve son brüt kazancına göre belirlenen bir miktar paradır."

Sözleşmeli bir işçinin, kanunda gösterilen fesih durumlarının inkişaf etmesi halinde; en az bir yıllık çalışması sonucu işçiye ödenen paradan bahsediyoruz. Eğer işçi ölmüş ise bu para işçinin ailesine ödenmektedir. Hesaplama ise -en genel anlamda- işçinin çalıştığı yıl ile son kazancının brüt miktarının çarpılmasıyla oluşturulmaktadır, gibi gibi...

Yeni bir düzenleme ile, yukarıda belirtilen ve kanunda gösterilen hallerde kıdem tazminatı almaktan bahsedilemeyecek! Sadece, "Son taslağa göre, kıdem tazminatı alabilmek için işçinin ya yaşlılık ya da malullük dolayısıyla emekliliği hak etmesi veya ölmesi gerekecek." Bakınız ne kadar açık! Ya yaşlanacaksın, ya malulen emekli olacak veyahut da öleceksin! (ailesine kalması için!). Hey gidi işçilerin hakları, onlar nerede? Galiba bakanlığın dalgınlığına gelmiş, unutmuşlar! Yeni düzenleme ile 'işten çıkarılanlara' tazminat ödenmeyecekmiş! bilmiyorum, söylememe gerek var mı? İlk yazıda basit bir tespit olarak gördüğümüz özelleştirme-tazminat bağlantısı, bizzat hükümetin icraatları ile hemen hemen kısacık bir zamanda nasıl da teyit edildi!

Yeni düzenleme ile... ki tuhaftır, bu düzenleme bir yem gibi de en negatif nitelikleriyle işçiye/sendikalarına/işçi ailelerine yani koskoca bir yığına sunuluyor; yoksa bir anlaşma ortamında ağırlaştırılmış şartlar üzerinden mi pazarlık edilecektir sorusu akıllara geliyor. Ne diyorduk, bu yeni düzenleme ile kadın işçilerin de haklarına ağır baltalar indiriliyor! Mevcut kanuna göre çocuğu olan kadın tazminata hak kazanırken, bu ne idiğü belirsiz sırasız-numarasız düzenleme ile bu hak da ortadan kaldırılıyor! Filan falan!

Görüldüğü üzere, hükümet hak üzerinden hak çalma yarışına girişmişken; tüccar mantığıyla, en kötüsünü söyleyeyim ki, azına razı ederim stratejisini kullanmayı deniyor...
Bir yazıda bahsettiğim çadır evlere verilen adla, biz "İbin Cumhuriyeti" mi olduk! Bu ne ciddiyetsizliktir, ne köşe kapmaca, ne alavere yarışıdır. Vatandaş kazıklandığını kabul ettiği ölçüde hakka sahip olacaktır, öyle mi? Yok yaa?!

Bu konu üzerine söz açıldıkça; düzenleme, genelleme, güzelleme v.s. kulaklarımıza denk düştükçe; konuya parmak atmaya devam ederiz. Şimdilik bu tüccar oyunundan sıkıldık.

(Ne diyor André Malraux İnsanlık Durumu romanında: “…niye çalıştığını bilmeden günde on iki saat çalışan bir insan için, ne saygınlık ne de gerçek bir yaşam mümkün değildir.” Biz bu noktayı çok-taaaan geçtik yahu, şöyle bir düşününce. Ölümü bekleyen, beyaz kanatları kırık, bir gün önce doğmuş ve ölüm dansına giden ürkek kelebeklerden bir farkımız var mı?)

Yusuf Gürer

Kıdem Tazminatı 'ne' gerek, 'kime' gerek --2.yazı--

19 mart 2008

Efendim, geçen kıdem tazminatı ile özelleştirmeler arasında bir göbek bağı tespitinde bulunmuş idik. Hatırlarsınız. Hükümet, özelleştirmelere hız vereceği anlaşılıyor ki; kıdem tazminatlarının yük teşkil ettiğini en başından bu tarafa bildiğinden, sonunda "kıdem tazminatı uygulamasından" -neredeyse kökünden- kurtulmaya niyetlenmişti.
İlgili kanun, İş Kanunu, kıdem tazminatına nasıl bir tanım getiriyor, kime faydalı, kime gerekli, sorularını bu yazıya bırakmıştık. Konuya, şöyle kuşbakışı bakarsanız bile kafi gelecektir. Şöyle bir tanım var:
"Kıdem tazminatı; kanunda gösterilen fesih hâllerinde en az bir yıllık kıdeme sahip işçiye veya işçinin ölümü halinde hak sahiplerine işveren tarafından kanun gereği ödenmesi icap eden, miktarı işçinin kıdemine ve son brüt kazancına göre belirlenen bir miktar paradır."

Kıdem tazminatı genel hatlarıyla bu. Peki "ne gerek, kime gerek" sorularına yanıt olarak; yukarıdaki tanımın da yer aldığı Müjdat Şakar'ın İş Hukuku Uygulaması kitabının şu satırlarına da baksak mı?(Oldukça açıklayıcı satırlar, ileride işimize yarayacak, dikkat edin derim!.)
"Kıdem tazminatı, işverene yüklenmiş, kanundan doğan kendine özgü bir ödeme yükümlülüğüdür. Devlet memurlarına ödenen emekli ikramiyesinin işçiler bakımından karşılığı, işsizlik sigortasının eksikliğini gideren bir yükümlülüğü, işçinin yıpranma karşılığı ya da geciktirilmiş bir ücret niteliğinde olduğu söylenebilirse de, ayrı ayrı bu nitelemelerin hiçbiri değil, yerine göre 'hepsidir'."


Kıdem tazminatı uygulaması görülüyor ki; işçilerin mesleki, sosyal, iktisadi yaşamlarında karşılaşabilcekleri bir sepet değişiklik sonucunda elde etmeleri gereken, kendilerine ödenmesi gereken bir yükümlülük! İş şartlarının yeterince ağır ve hayat standardının o nispette düşük olduğu bir ülkede yaşadığımızı aklımızın en duru köşesinde tuttuğumuzda; kıdem tazminatından vazgeçmek, nasıl bir politik duruşu açıklayabilir. Bu soru önemlidir.

(2003 yılında 4857 sayılı İş Kanunu yürürlüğe konduğunda, kıdem tazminatıyla ilgili bir madde getirilmeyip, yalnızca Geçici 6.md ile "Kıdem tazminatı için bir kıdem tazminatı fonu kurulur. Kıdem tazminatı fonuna ilişkin Kanunun yürürlüğe gireceği tarihe kadar işçilerin kıdemleri için 1475 sayılı İş Kanununun 14.maddesi hükümlerine göre kıdem tazminatı hakları saklıdır." hükmünün getirilmesi bile, aslında bugünkü düzenlemelere el avuç açacak ortamın daha önceden programlandığını göstermektedir.)

İşçilere değil de işverenlere öncelik/kolaylık/esneklik tanıyan bir kanun varken, buna karşı bir mücadele verilemezken, bir de üzerine kıdem tazminatı uygulamasının; sudan gerekçelerle (bir yerde varsa diğerinde yokmuşmuş) kaldırılmaya çalışılması ve yerine getirilmesi düşünülen fon aygıtının da 'tazminat'ı yok yerine koyması sosyal devlet ilkesinin içini boşaltmak, devleti piyasa mekanizmasının bir aygıtı haline getirmek, üretimde emek gücünü vahşi kapitalist sömürüye alet etmek; anlamlarına gelmez mi?

Hele hele, son düzenlemelerden hiç bahsetmedim daha? Fon kurulmasından vazgeçen hazretler, bakın daha neler buyurmuşlar?
Bir daha ki sefere bakalım.


Yusuf Gürer

9 Nisan 2008 Çarşamba

Özelleştirme için Güzelleştirme --1.yazı--

15 mart 2008

Geçenlerde otobüsteyim. Mahşer provası yapılıyor, denecek kadar, ufacık bir alanda olağanüstü insan kalabalığı. Cevizlibağ-Sultanbeyli otobüsü. Bineniniz var mı? Duyanınız? Yok mu? Sorun değil, zaten yazının konusu bu değildi!

(Bu sıkışık ve az oksijenli balık istif deposunda, elimde Attilâ İlhan'ın Hangi Küreselleşme kitabı. Sayfalar arasında şahlanıyor, kitap ayracını yakıp külünü yutmak istiyor, okuduğum kimi satırları "..allah aşkınıza bir bakın ne demiş!" diye yanımda oturmuş; omzunu çeneme dayamış, kalçasıyla beni camdan dışarı çıkarmak niyetindeki amcaya haykırmak istiyorum.)

Kitabın bir yerinde -heyecan anaforu geçeli baya olmuştu- insiyaki 'tebessüm' ettim. Tebessümün sebebi şu satırlardı:

"... 1945-50 arasında, o yaşıma göre son derece kapsamlı ve 'sosyal' bir roman tasarlamıştım; üç cilt olacaktı; adını sonradan -başıma iş açar korkusuyla- değiştirdim ama, neydi biliyor musunuz: 'Herkesin Eli Ötekinin Cebinde!' Çiçeği burnunda solcu bir yazarın, liberal kapitalist ekonomi düzenine verdiği ad buydu..."

Bu satırları okuyunca aklımda çakan o hınzır şimşek, dudak kenarlarımda müstehzi bir sırıtma halini almasın mı? Attilâ İlhan'ın, ki 45-50'lerde 20-25 yaşındadır, özelleştirmelere çanak tutacak, liberal kapitalist ekonomi için kullandığı -hatta kullanmadığı- tabir/kitap ismi, benim -şu meşhur- şiir yanında 5 vakit namazında niyazında kalmaz mı! Şiiri dostlar bilirler, özelleştirme üzerine! (Bir de videosu var ha, bu şiirin!)
(İlgili şiir için dokundurun.) (İlgili video -şiire çektiğim kısa klip- için dokundurun.)

Neyse efendim. Aynı kitabı okurken, Attilâ İlhan'ın 24 Ağustos 1993 tarihli bir makalesinde, bir gazeteden alıntıladığı şu satırları görünce biraz 'irkildim'. Ya da, kafamda soru işaretleri halinde volta atan bazı cevapsız/çaresiz suallere cevap buldum, kafamdaki taşlar hoppadanak yerine oturdu da diyebilirim:

"...hükümetten özelleştirme programını ve KİT'lerin tasfiyesini hızlandırmasını isteyen Dünya Bankası, özelleştirme nedeniyle işten çıkartılacak işçilerin kıdem tazminatlarının karşılanması için Türk Hükümeti'ne bir milyar dolarlık (-o zaman- 11.5 trilyon TL) ayırdığını bildirdi..."

Peki, Haber Online sitesinde 'KIDEM TAZMİNATI KALKIYOR' dev başlığı ile sunulan habere de bakalım mı? 26 Şubat 2008 tarihli haberde:

" Hükümet ‘kıdem tazminatı’ yerine yeni bir düzenlemeye gidiyor. Buna göre ‘kıdem tazminatı’ yerine her çalışan için çalışırken aldığı maaş tutarı üzerinden yapılacak kesintiye göre bir fon oluşturulacak ve işsiz kaldığında bu fondan para alması sağlanacak. Bir tür ‘işsizlik bankası’ oluşturulacak. Çalışma Bakanı Faruk Çelik, kıdem tazminatının sağlıklı işlemediğini belirterek, ‘Kıdem tazminatı bir yerde varsa diğer yerde uygulanmıyor. Bu nedenle kıdem tazminatı yerine, işsizlik sigortasını artırma ya da işsizlik fonu oluşturma gibi çalışmalar yapıyoruz. Bu istihdam paketi içinde yer alacak’ dedi."

Kıdem tazminatı, uygulandığı iş yerlerinde, fabrikalarda, KİT'lerde; velhasıl satılabilmesi ihtimal dahilinde birçok üretim biriminde, satın alacak firmalar için büyük bir 'yük' oluşturmaktadır. Binlerce işçinin çalıştığı ve aralarında kıdem tazminatı almaya hak kazanan işçilerin, işten çıkarılmaları düşünüldüğünde özelleştirmeden mağdur olacak 'özel/yabancı teşebbüsler' ile karşılaşabilme ihtimali yok değil!

Ee ne yapmalı? Madem özelleştirmeler'in tarihini yazacağız, cari açığı kapatmak için -eğrisini doğrusunu düşünmeden- sattıkça satacağız, komünist ülke gibi olmamak için elimizde kamu malı tutmayacağız, öyleyse satın almak isteyenler için bir güzelleştirme neden yapmayalım?

Buyurun burdan yakın!
Kıdem tazminatı ne demek, ne gerek, kime gerek; bir dahaki sefere konuşalım.


Yusuf Gürer

29 Mart 2008 Cumartesi

Ne gam!


29 mart 2008

Kamuflajında yeşil gözler benek benek
bakıyor birer ses olmuş
haykırıyor kardeşimin gözlerinden önce
âlâ yükseklikte
mavi gökte
dinlemem gerek.


Âlâ şehir Manisa.
Daha âlâsı da;
adı üzerinde Alaşehir.
Bir gözümüzü, aklımızı da bir
Bıraktık orada.
Benek benek gözlerine bindirdik bizi
Gökhan’dan taa İstanbul’a.
gözlerinde bir nem keşmekeşi
Ağlamadı yine de Gökhan.
dayanmasaydı da ne gam.


Uçarak geldi o gün yanımıza Gökhan
gün ; yemin günü.
Yemin etti, bu vatan “bana mühürlü.”
Kamuflajı benek benek
hepsi birden vatan.
Dinlendirdim kendimi
“-…âlâ ” dedim.
Âlâ şehir bu Alaşehir.
Kartpostala sığacak gibi küçük,
sanki birden boğacak bizi,
öylesi sıcak.

Gözlerine bir vatan bindirdik
Kamuflajıydı göz yaşı kardeşimin.
ses etmedik
açık etmemek için.
Bir an dinmedi sıcağı
âlâ şehir Alaşehir’in,
yandı kavruldu dağı taşı…
askerimiz
Gökhan ağlamadı bir an.
Ağlasaydı da,
Ne gam!


(Alaşehir meydanında 17 Türk devletini simgeleyen bayraklar arasındaki Türkiye Cumhuriyeti'nin ay-yıldızlı bayrağı... 22.03.2008)

24 Mart 2008 Pazartesi

Doğu Perinçek'in Tutuklanması İşçi Partisi'nin Oylarını Arttırır mı?












(Baharın çiçekleri mevsim sarhoşu, dışarıda anlamsız bir rüzgâr, güneş; zaman zaman sırıtkan, insanlarda bir baş dönmesi hali... Herhangi bir Mart'ın şaşkın İstanbul'undan manzaralar. )

80'leri yaşayan büyüklerimiz, efsaneleşmiş hikâyeler anlatırken, ister o dönemin solcusu, ister sağcısı isterse de olaylar dışındaki şaşkın topluluk oluversin; kulaklarımızda/beyinlerimizde yerleşen, kimi olayların 'sabit' ve herkes için yaşanmış olduğu izlenimini verirler bu anlattıklarıyla. Bence bunların en güçlüsü, "...o dönemde 5 tane solcuyu içeri alıyorlarsa, 5 tane de sağcıyı alırlardı. Denge olsun diye!" ya da "...polis kahveye girdiğinde 2 tane sağcı pataklıyorsa bir-iki tane de solcu pataklardı!" filan fıstık armut!

O dönemde öyleymiş! Bunda iktidar erkinin birkaç parti arasında bölüşülüyor olmasının bir etkisi olabilir mi? Belki! Daha çok, kaos yaratmanın bir düsturu gibi görünen (birini diğerine kırdırmak) bu olaylar, bugün her ne hikmetse benzer veya hiç benzemez olarak yeniden yaşanmaya başlanmadı mı?

Benzer tarafı; biri kapatma davası açıyor, ki, süreçtir; ne zaman sonlanacağı nasıl sonlanacağı belli değildir... benzemez tarafı ise; karşı grubun (bugün için anti-amerikan anti-AB olan ve Mustafa Kemal milliyetçisi cephe) harala gürele sorgu-sual edilmeksizin gözaltına alınıp, ve hatta tutuklanması! Özgürlüğün açıkca sınırlanması! Benzemez tarafı çok daha ağır basıyor! Bu defa, bir denge yok! Güç, meclis iradesinin aslında -şahıs tahakkümünün gözle seçildiği- bir partinin elinde olduğunu kanıtlıyor. AKP iktidar, AKP kutsal, AKP kapatılamaz -ne yaparsa yapsın BOP amirliği dahil- AKP, AKP!

Peki muhalefet! Hele hele, hakiki bir muhalefet yapılmaya görsün! Meydanlara "Ne ABD ne AB Tam Bağımsız Türkiye!" sloganını ezberleten bir parti-aşırı muhalefetten bahsediyorum! Ve onun yazılı, görsel, sanal yayın organlarından! Ne yapmak lazım? Hurra harala gürele uydur bir operasyon topla bunları aynı sepete! Armudun çöpü, üzümün çekirdeği, bokun püsürü de karışsın birbirine; hiç fark etmez! Neymiş? Ergenekon operasyonu! Kimler alındı bir göz atın yahu? El insaf! Bu adamlar kimler acaba! Emin Gürses, Ferit İlsever, İlhan Selçuk, Doğu Perinçek! Kim bunlar, modern emperyalist saldırıya süngü gösteren akademisyen, yazar, yayıncı, parti başkanı düşünürler! Hele hele suç teşkiline giren, (Doğu Perinçek'in evinde bulunmuş, akıllara zarar bir nişane bu!..) bir kitap! Adı da "Atatürk ve Atatürkçülük" yayınevi Harp Akademileri Yayınları! Bu bile Perinçek'in tutukevine gönderilirken söylediği "..asıl hedef ordu!" sözleriyle örtüşmüyor mu?

Şimdi soru şudur: kestirme yoldan söyleyeyim: Doğu Perinçek ve partili arkadaşlarının alelacele ve saygınlıktan yoksunlukla gözaltına alınıp-tutuklanması gelecek seçimde İşçi Partisi'nin oylarını arttırmaz mı? Nereden mi çıkarıyorum? AKP oylarının kaynağına böyle bir sondaj bulmadı mı? Onlar mazlum da, işçi-halk-millet-vatan-Mustafa Kemal savunuculuğu yapanlar değil mi? Mazlumun katmerlisi be! Bir de, İlhan Selçuk'un tutuklanması Cumhuriyet'in satışlarını patlatmaz mı? Olur mu olur!

Hadi bakalım bu mazlum edebiyatı sadece güçlü(!) olanlara mı işliyor, göreceğiz! (Hem güçlü hem mazlum olmak, bana biraz tırt geldi.)

17 Mart 2008 Pazartesi

Sen doğdun…

gülümşahım'a...

Bilmediğim kelimeler üretmek seninle,
Onları büyütmek bebeleri pudralar gibi,
Tasında su olup boğazına dökülmek,
İçtiğinde beni.

Sana feda ve köle olmak arzum,
yemyeşil yosunlar gibi
parlak bir halde
beynimin bir köşesinde yıllardır.


Doğduğun dağlar var sanki,
yeşil, mavi, hüzün, sen, ben, insanlık orada.
Onlara koşmalıyım,
Çiçeklerin en SENini,
en çiçek açmış gülen yüzlü tanri elini

Pamuklara sarmalıyım.
İyi ki doğdun,
Alabildiğine güldüm bugün.
Doğdun da beni de doğurdun.
(sen doğdun, benim doğmam gerekti...)
Seni çok seviyorum…


17 mart 2008

25 Şubat 2008 Pazartesi

Yanınızdayız

gözleri çeviklikle parlayan ay ve yıldız,

o sensin.

vatan seni

sen vatanı bekliyorsun.

yanınızdayız...

26 Ocak 2008 Cumartesi

Gazi Paşa’nın Yanından Bugüne






Kasım 15, 2007/
Ocak 11, 2008

Geçtiğimiz senenin Şubat’ında, İmece’nin kuruluşu vesilesiyle Ankara’ya gitmiştim. Zevklilikten sıkılganlığa kanat kanat yüzen saatlerin, ıslık keskinliğinde hissedildiği bir tren yolculuğuyla Ankara istasyonuna vardığımda, boşlukta siyahların içinde ışık ışık bir tablo ile karşı karşıya kalmış idim: Anıtkabir.

Ankaralı Günler yazımda o andan şöyle bahsetmişim:

Siyah fonda parıldayan, havada asılıymış gibi duran Anıtkabirle karşı karşıya geldik. Bakışmalarımız sona erdiğinde tren de durmuştu. Anıtkabir’e ‘mutlaka geleceğim’ mesajı gönderdikten sonra, ön kapıdan mı arka kapıdan mı çıkayım diye sendelerken, Galip’i gördüm. El sallıyordu. İnce, yorgunca bir tebessüm belirdi suratımda. İndim. Kucaklaştık…” (Ankaralı Günler-1, İmece; Mart ayı yazıları)

Ve son karşılaşmamız, ilk defa gezme fırsatını bulduğum Anıtkabir’den ayrıldıktan sonra; İstanbul’a dönüş yolunda gözümde perdelenen bir sinema filmi:

Trenden inmeden az önce, bakışlarımızla anlaştığımız Anıtkabir burası. Beyaz perdede göz bebeklerimi küçültüp büyüten bu gösteri var. Aslanlı yol uzuyor önümde. Karşılıklı aslan heykelleri.. Hepsi de birbirini selamlıyor. Sonra, müzeye akıyor görüntüler. Bir çift göz tarafından çekilmiş gibi dikkatli görüntü! Ayrıntılar dökülüyor santim santim. Büyük çerçevelerde Gazi Paşa’nın resimleri. Gençlik günlerinden yaşlanmaya giden bir çizgi… Esaretten bağımsızlığa koşan genç bir at kadar hızlı zaman… Gazi Paşa’nın günlük elbiseleri, hediyeleri, sigarası, çakmağı, kalemleri… Tavan yüksekliğinde sıra sıra raflarda kitapları… Mütevazı bir tarih anlatımı Anıtkabir. Düz arazide kıvrım kıvrım akan suya yön verilmesini anlatan tarihsel bir alıntılar kitabı Anıtkabir.” (Ankaralı Günler-2, İmece; Mart ayı yazıları)

Ve yine buradayım. Anıtkabir’de. Geçen seneye göre biraz daha üşütücü, keskinliği ve asabiyeti üzerinde, tilkileri kovuğuna sokacak bir soğuk… 10 Kasım’da Gazi Paşa’nın önündeyiz. Kabre bakan geniş sahada yankılanan, ders ile tarihi; dün ile bugünün coşku algısı üzerindeki karşılaştırmaları yapabileceğimiz; ince bir esinti misali Ankara’ya yayılan o ses:

“..bugün… cumhuriyetimizin, 10. yılını doldurduğu.. en büyük bayramdır. Kutlu olsun!..”

Coşku, gurur, bağımsızlığın ateşi; üzeri henüz sıcak, baltalanmamış devrimler, saygı duyulan bir dış politika ve Doğu milletlerinin örnek aldığı, Mazlum Milletler’in feyiz aldığı bir canlı örnek: Bağımsız ve genç bir Cumhuriyet ve onu kutlayan bir memleket aşığı: Gazi Mustafa Kemal…

Bugüne koşalım. Bugün, yine ve bu kez daha keskin bir şekilde karanlığa gidiyoruz. Sürükleniyoruz. Hani savaşlarda yenilgiye uğrayan düşman orduları, pes etmez de, bir daha saldırmak için hazırlık yapar… Öyle bir hazırlık düşünür ki, askerini/silahını/teçhizatını handiyse tüm varlığını yeniden inşa eder de öyle gelir…

İşte bu kez, çok daha hazırlıklı ve sinsi gelmiyorlar mı? Bizler saldırıyı topla tüfekle füzeyle bekliyoruz. Oysa saldırı, inanın gerçek, çoktan başladı. Her an yara alıyoruz. Her an birimizi alıp götürüyorlar. Üstelik bu defa içimize karargahlar açıyorlar. Tek farkla tabi: süslü, şatafatlı, rengarenk, boyalı ve fiyakalı… Alışveriş merkezleri… On katlı ve içinde tek yapmamız istenen, izin verilen tek şey, sürüklendiğimiz tek gerçek: tüketim, tüketim, tüketim…

Sadece onlar mı… Hayır ama tüm olumsuzlukları sayarak, zaman geçmez. Kitapların arasından zaman zaman başımızı kaldırıyoruz. Ve işte susmamışız. Çünkü; “..yazmak, susmamışlığın en büyük kanıtı.” Daha yolumuz var. Farkındayız da bir şeylerin…

Ne zaman karalamışım bilmiyorum ama arada bir yerde duran şu satırlar konuşsun, farkındalığı anlatabilir belki:

“Ayrılmış onlarca halkın oluştuğu Asya’da bizler bütün olmak zorundayız. Birlikte, bir arada kalmak; kenetlenmek, kucaklaşmak zorundayız. 20.yüzyılın başında emperyalist batının hesaplarını altüst eden o ‘ruha’ bugün her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Bugün ihtiyaç duyduğumuz güç asıl itibariyle askeri güç değil! Çünkü bugün etrafımız ordularla değil, uluslar arası kurumlarla, tüketim çılgınlığı pompalayan alış-veriş merkezleriyle, kışkırtıcı yarım akıllı piyonlarla çevrilmiş durumda!... Bugün ihtiyacımız olan güç; eğitim kurumlarında yetişmekte olan milli değer/ gelenek/ göreneklerle kuşanmış genç beyinler! Anadolu toprağının kültüründeki ulvilik, çağlayan ulu nehirler gibi hoşgörüsü, Mevlana toprağı, Yunus Emre neşesi ve aşkı; Gazi Paşa’nın örnek olduğu milli hassasiyet ve çalışma azmi bizlerin önünü açacaktır…”

19 Ocak 2008 Cumartesi

Zaman ve küfür

ocak 18, 2008

Saatler

Bir gelir,

Birden bire akıp akıp

Sonsuza gider.

En istenmediğinde,

elektrik direklerinde mavi yalımlar

üzerine binip binip gider.


Mum karanlığı akşamında

Bir şiir

yazmak istediğim.

Bir an gelir:

Zaman kalmaz

Rüzgar mumdaki hevesi alıp gider.


Bir sevda,

Bir çocuk

Bir ölü yazmak isterim.

Hepsinin de alnında ve yanaklarında

Hiç görmediğim renkler

Böylesini görmedim kırmızının.

Bir çocuk, alnında kanlar

Bir ölü, boğazında parıltılı kılıç çizgisi

Ve

bir sevda,

yok böylesini de hiç görmedim.

Dünya,

Yazmak üzerine ve

yazamadıklarımızın günahlarıyla dolu.

Dünya,

Bir yanında yanağında kırmızı, sevdalınla

-Gözlerinde kavun siyahı renkler ve

altına batırılmış güneş-

Bir yanında görmeye ağlamak lazım gelir:

Kanla sulanmış göz kapakları…


Dünya,

Bir imparatorluk ve onun evlatları –onursuz ve beş paralık-

Evlatların hepsi birden mi itaatkar.

Dünya,

Kaşları kan karası çocuklar

Ve

Sefil bizler –onurumuz eksik değil üstelik-


Saatler bir gelir

Bir gider.

Saatler mavi yalımlı elektrik direklerinde

Seyahatte.

(ve biz sefil ve onurlu

geçen zamana arkasından bakıp,

dudaklarımızda,

henüz başka yerde duyulmamış küfürler)

YG

15 Ocak 2008 Salı

Dün Ve Bugün; Satmak (video)



Şiiri çok beğenildi...
Ve şimdi, beyaz perdede...
Malum, birbirini andıran iki işlem: satmak
Dün ve Bugün neler değiştiyse, şimdi burada.

6 Ocak 2008 Pazar

Beyaz Karlar Yağacak


Geç kalmış karlar yağdı

Beyaz ve ıslak

Ve yaşlı

Ve kuruduğunda asfalt

Yine kara rengiyle karşılaşacak.


Kar,

Yine beyaz

Yine aydınlık

Ve bir zaman sonra

İstanbul’u kirinden edeceğine inandığında

Yağdı

Çok çok değil,

Gerektiği kadar

ve asfalt geç kalmış karlar kuruduğunda

yeniden ‘kapkara’ uyanacak

-bir de bakacak ki-

diyarbekir’de bombalar patlayacak

kırmızı yalımlar

mor gökyüzüyle

süklüm püklüm

sapık bir çiftleşmeyle sarsılacak

ulan

ulan o.. çocuğu

ulan böyle sapıklığa

çocuk bedenler mi kurban adanacak


beklenmedik bir anda

sıradan, gereksiz uykudan uyanışımızda yağacak kar

beyaz olacak

ve ıslak

aydınlık

geç kalmış (mı).

-işte yine-

Bombalar patlayacak

istanbul’da

‘sabah kediler bile uyanmadığında’ sokaklar bomboşken

Eminönü ve Üsküdar

henüz namaza kalkmamışken

korku ölecek bu kez

bu kez

ulan işte bu kez

‘asıl’ bombalar patladığında

ulan böyle bir sapıklığa

herkes

götüyle gülecek.

Ölsek de

Ölene ölsek de

Ulan ölsek de ölmesek de

Bu kez,

Kar yağacak ve zamanında

Geç kalmayacak

Kara çocuklara da yağacak

Kedisiyle oynayan bebelere de

Kağıt mendil satanlara da

-hani kalmadı ya-

sivri soğukta burnu aka aka

son model araba camları silen çocuklara da


kar yağacak

bu kez geç kalmayacak

kuruyacak ıslak beyaz

asfalt

ulan var ya bu defa

asfalt da bembeyaz…