31 Aralık 2007 Pazartesi

Havadan-Sudan


Aralık 31, 2007

Siyah ve karanlık zerreleri tüküren bir gecede; yıldızların griye çalan sarhoş sırıtmaları da, bilmem kaç zamandır elime almadığım kalemimin sivriliği de, şu an benim için tehdit oluşturmuyor…

(Tehdit ne kelime hazret! Tövbe. Gece geldiyse, karanlıksa ve hatta simsiyah esiyorsa, ki bu ayaz olmalı; ve sen eline kalemini almıyorsan bunda bizim günahımız ne ki?.. Aa, hele sarhoş benzetmesini katiyen kabul etmem, benimsemem, paşam. Buradan baktığımızda sen, siyah saçları tiril tiril, yanaklarında hangi düşüncenin pompaladığını bilmediğimiz hızlı kan dolaşımının izleri, gözleri ışıktan tatlı tatlı kaçışan…)

(–Yeter bre kes! Ne çene varmış birader! ) Gece siyah, ayaz köp’oğlu! Dışarıya çıkılacak olsa, alimallah, adamı testereyle doğrar gibi, doğrar. Burun deliklerini tıkar, ucu sivri damdan sarkan buz parçaları gibi kristal kristal ışıldatır! (Güvenilmez böyle havalara, vesselam!)

Lamı cimi bir geçsek de, konuşmaya meyilliyken, havaya aksırmasak içimizdekileri!

(kalbimizi ve rengimizi kırıyorsun. Ama olsun. Bulutlar aramıza girmedikçe, yukarıdan porselen sadeliğinde ve sıcak çikolata kıvamında gülümseyeceğiz, sana ve diğer her şeye. Hadi sen konuş, susma! Hazır iştahlısın. Bozma. Ben sustum. Dinliyoruz seni, ama acele et olur mu, sabaha bir şey kalmadı, sarı sıcak soğuk nevale güneş, geldi gelecek..)

(Bir an hiç susmayacaksın sandım, neyse, çok şükür!) günler, birbiri ardını dişleye dişleye kovalıyor! Bir köpek düşünün, arkasına takıldığı bir tutam kıçın peşinde. Ve bırakmıyor. Üstelik, ısırdı ısıracak. Öndeki kaçıyor, kurtuldu kurtulacak. Ama sürüp gidiyor. Köpeğin yakaladım ‘telaşı’ ile öndekinin ahan da kurtuldum ‘sevinci’; sürüp giden “zamandan” başkası değil! Zaman iki ufacık ve birbirinin zıttı duygu birikiminin tanımı! Ve bitti bitecek gözüyle bakılıyor. Oysa? Devam ediyor. Koştura koştura!

Yazmak. Dile getirmek. Sözlükteki ‘kalın’ mezar taşlarının arkasında saklanmış nice ‘anlamlara’ bir nefes üfleyebilmek… İşte iki arada bir derede, oldu olacak anlarda, en ihtiyaç duyulanı. Yazıyorum, çünkü kıçımın namlusunda bir köpek, dişleri çocukluğumun sevimli fino dişlerine benzemiyor; sivri, tehditvari, alçaklık kokuyor, üstelik dişler etime geçti geçecek. Kurtuldum, yoluma devam edeceğim diye diye gitmez bu karabasan! Öyleyse? Öyleyse arkamdaki salyalı, hüzünlü, sıkıntılı, küfürlü dişlerin ‘yakaladım telaşını’ boşa çıkarmalı.

Aynı zamanda, boşa geçen ve gerçekleşmesi -belki de- zaman alacak ‘kurtuldum sevinci’yle de oyalanmamış olacağım! Çünkü, yazıyorum!

Yani, kendi dünyamın kör topal, dalavereli, alavereli, çetrefil ‘umursamazlığını’ ve sorumsuzluğu cilt yapan ‘boş vermişliğini’ bir kenara bırakıyorum! Sadece ben mi? Hayır. Aslını soracak olan varsa…

(evet var, ben varım. Soruyorum. Aslı nedir. Bu arada burası da soğumaya başladı, dediğin doğru mu acaba, gece dediğin kadar siyah ve ayaz tükürüyor mu?...)

Aslı şu: ‘birey’ olarak ‘isteriz’. Bir şeyleri başarırız, fakat köleleşmeye giden yolda, sadece kendi kıçımızı düşünürsek (hani dişlenmek üzere olan..) ‘toplumsal’ olanı gözden çıkarırız! Kurtardıklarımızla ve kurtaramadıklarımızla!

Buna benzer şeyler işte! Bak, bu arada sabah oluyor! Sanırım üşümenin sebebi, güneşin git git yaklaşması! Gördüğün gibi, zaman, birinin diğerine değişemeyeceği ayrıcalıklarla ve gerekliliklerle ortaya çıkıyor! Ve birbirimize değişmeyeceklerimizin kavgasındansa, gel de ortak bir nokta bulalım derim. Akşam serinliğinde, aydınlık ölmemişken, kızıl gökyüzünde buluşuruz e mi?

(..ama ben bir şey diyemeden gidiyorum! Üzüldüm şimdi. Devam edelim olur mu. ben kaçtım..)

Ben de!..

( devam edebilir!..)



Y.G.

2 Aralık 2007 Pazar

zaten sen

kaşlarında sabahın altına batırılmış

o rengi…

siyah kavun gülümsemesi gözleri,

ve yıldız parçası süte bulanmış dişleriyle…


rüzgar saydam tokatlar atıyor çeneme

bir darbe, işte bir tane daha

dayak ağzımı burnumu saydam beyaz tükürüklerle

koyuyor..


kaşlarında altın rengi,

güneşe batıp çıkmış.

kurumam lazım, uzun yoldan geldim

Foşurt foşurt çekiyorum burnumu

kendince kan tükürüyor: saydam beyaz


haydi,

haydi gayret.

güneşe gidip gelemem şimdi

yoruldum son dayakta.

aydınlık o kadar uzak değil

kimseye minnet edemem

“sana da etmem şikayet”

zaten, sen acırsan bana…


Aralık 2, 2007

25 Kasım 2007 Pazar

Ne ‘derdi’ ?

kasım 24, 2007

Yaşam derdi, yaşamak derdi

Nefes derdi

Yiyecek içecek,

Yakacak yatacak,

Ne oldum ne olacağım derdi…


Günler birbiri üzerine basa basa

Ve insanlıktan çıkmışçasına;

Hani şair diyor ya, ..bir orman gibi hür ve kardeşçesine, gibi değil;

Vahşi bir o kadar da kalleşçesine

Geçip gidiyor…


Gözümün gördüğü her yerde birinin derdi,

Su derdi, susuzluk derdi

Kuru ekmek, kuru soğan derdi:

Çit, çapa, değirmen, yerden kalkacak ekin, sofraya gelecek mi?

Üretmek: sancılı ve bir o kadar da kıymet değerli,

kadrini kıymetini bilmemeli mi?…


Dert sadece çalışanın, alnından ter düşenin derdi mi

Yedek parçaları kim daha iyi monte edecek derdi,

Üretmek kabiliyeti -derdi- yok henüz sanayinin…


Yaranmak, yar olmak, var olmanın derdi

Bir koltukta yetmez bir beş yıl, onun için ikinci.. üçüncü… dördüncünün derdi,

Değer mi, değmez mi,

Bir millet deri kaplamalı eğere gider mi,

Gider, gitti gider,

Savaşmış, terörmüş, barışmış Bush’a vız gelir tırıs gider

Turuncu pamuk kaplama

koltuklarda daha bir yerleşir geriler…


Dert senin derdin benim derdim,

Pekiii…

sarı saçlı mavi gözlü, kaşları diken diken

karakteri bağımsızlık Mustafa Kemal olsa ne derdi…

kuvayı milliye gülümser,

“hani..” derdi,

“…benim istiklal-i tam ile bıraktığım memleketim!”

hani, bizim tam bağımsız memleketimiz…

işte bu, benim derdim.



Y.G.

8 Kasım 2007 Perşembe

sancı


bir sancı: anne ve yazar

19 eylül, sabaha doğru koşar adım.

Gecenin en aklı başında saatleriyle oturuyorum. Biri, adının layığı; diğeri yaşamanın hesap sorulmaz dışa dönüklüğü; iki aynı renk: siyah.

Gece siyah… Ben siyah…

Gece siyah, gece hüzün. Ben siyah, ben kendine siyah.

Karnıma saplanan, nereden geldiğini bilemediğim, bir kitap açıp da sebebini bulmaktan üşendiğim bir sancının eşliğine aldırmıyorum. Bu sancı neyin nesi. Üretmenin beklendik, dayanılmaz ve ümit vadeden dakikaları mıdır? Hani bir anne adayının, ağzı burnunda, ameliyat sedyesinde üretkenliği. Ya da bir yazarın gözlüklerinin arkasında, uyuyor mu uyanık mı belli olmayan, eli kaleminde her an tetik profilinde saklı bir üretkenlik mi?

Her ikisi de olabilir. Karnımdaki sancının üretmekle ilgili olduğu su götürmez bir gerçek. Biyolojik bir cevap aradığını zannetmiyorum. O zaman sedye üzerinde değilim demek gerekir mi? Hayır gerekmez. Üretmenin ‘kutsallığını’ arka planda düşündüğümde, o sedyeden ayrı kalmam imkansız. Masa başında kalem kağıt, kitap ve türlü irili ufaklı düşüncelerin ortasında çekilen sancıyla, sedyedeki sancıları birbirinden ayıramıyorum. Ne doğacağını inanın ben de bilmiyorum, sadece siyah bir gecenin, siyah bir adamla baş başalığında, şahit olduğu bir anı yazıyorum.

Sıkıntı toprağından üremiş bir adam, adı Şefik. Kopuşlarla iç içe yaşayan, düşüncelerine hapsolmuş ve kendine demir parmaklı iç düşünce alemi yaratmış, eli kaleminde bir yazar.

Sağ elinin işaret ve orta parmağı arasına sıkıştırdığı cıgarası devamlı yanan, suskunluklarını bir anda katleden, taze küfürleri dudağından cıgara dumanıyla salıveren bir toplum insanı. Kalabalıklarda tek, tek başınayken bütün kalabalık.

İç dünyasındaki renkleri dilediği gibi birbirleriyle oynaştıran, sıkıntılı bir rüzgarın oğlu, Memduh. Uzun saçlarını rüzgarlara mütemadiyen teslim eden, en sustuğunda bile düşünce üstüne düşüncelerle sarmaş dolaş. Şefik’e en yakın adam. Şefik’in sevdiğine aşık, aşık olduğunu arkadaşının ağzından duymak zorunda kalan bir ara hayat…

Sevil; hani, gözleri zeytin çekirdeğinden biraz büyükçe, o kısa saçlarıyla hatırda kalan kız…

Vehbi bey, emekli hakim. Şimdinin çapulcu takımından, giyindikleriyle bu tabana mensup, yoksa, düşünceleri hala çok militan. Yüzünde hala o eski idealist adam..

Küçük Aysel… Off küçük kız, offf! Git başımdan!...

Irak, toplum, barış, Türkiye, yağmur, gök gürültüsü, cıgara, bir eskici, murat 131, ağlayan bir piç, siktir edilmiş yaşamlar -özellikle Şefik’inki olabilir mi?-. Kalabalıklığımın nedeni ve sancılarımın paylaşılmazlığı bundan. Etrafımı saran kişileri tanıyın.

Sancılar. Sancılarım… Bırakıp gitmek istiyorum; düşünmemek.

Kimin kadar doğruyum,

kimin ki kadar insancıl.

Kimin doğrularını yazıyorum;

hani oradan bakanın söyleyebileceği…

Ve gerçekten de

sancıya değer mi acaba

düşüncelerim içinde çizdiğim çöp adamlar.

Bitsin bu yazı,

doğmadık bebeğe

don biçmekten öteye gitmiyor çünkü

söylediklerim…

10 Eylül 2007 Pazartesi

üç adamda; çaresizlik



Eylül 9, 2007

sesi kısık,

soğuk yağmur taneleri çarpmış;

haniyse cin çarpmış gibi,

kime sorsan dili tutulmuş diyecek kadar sessiz bir yaşam onunkisi…

Sus denmiş, nereden baksan yüz yıl geçmiş üzerinden…

Ne çalkantılı bir yaşam oysa.

Çatı katı sıkışıklığında, etrafı dört duvar

Kırk gün kırk gece çevrili,

susmayıp da ne bok

yesin…

eskici Nihat ağbi,

bakır gibi kararmış

güneş mı çarpmış, yoksa,

arabası üzerindeki,

kıçı namlusu düşmüş on altıncı elden düşme,

kıytırık elektrikli aletler mi…

döşemeci bilmem ne amca, bakınıp duruyor

Çivi tabancasına tükürülmüş gibi..

Çakacağı kasnağı unutmuş, dükkanında aranıyor

Aynı anda kapı önünde,

Sümüklü bir piç ağlıyor..


Gel de susma,

Yağmur kimi çarpsın,

Gel de susma

Değil yüz yıl; bin yıl sussan az gelir

Ne yapıyorsunuz ulan,

Sen niye ağlıyorsun ufak çocuk

Sana piç dedim, o kadar sinir etti beni ağlayışın

ne söylesem ağlayacaksın

kim bilir gene neyi çekti canın…

Ulan Nihat ağbi, ne bok yemeye yaşıyorsun

Araban gibi,

dört teker üzerinde yaşıyorsun,

kaydı kayacak hayatın

kemiklerin sayılıyor

koptu kopacak, boğazın.

kafanla bedenini tutan kemiklerden…


sesi kısık haniyse cin çarpmış,

konuşmaz tabii,

kim olsa susar..

‘çaresizlik’ dediğin işte bu,

üç adam karşısında bile apışmış kalmış..

dili tutulup kalmış,

çaresizlik dediğin de senin benim gibi bir adam velhasıl.


4 Eylül 2007 Salı

Bir resim, Bir kitap ve Biz



“ gün gibi ayan oldu içime,

encamı fenadır bu gidişatın!.. ”

Ne güzel söylemiş şair. Şimdi, öyle bir iki satır ki bu, diyelim hiçbir sıkıntı yok; yani hayatımızın her köşe taşı gül bahçesi, karanfil havuzu, pembe badana, şeftali ağaçlarıyla çevrelenmiş… Böyle bir haldeyken bile, ben bu satırları yaşamak; ağız dolusu tıksırmak, hayat kadar uzun ve sefil bir sarhoş narası atmak için, keskin Bursa işlemeli bir bıçakla elimin bir kenarını keser, sonra da:

“… encamı fenadır bu gidişatın, leen!..” diye narayı basardım!..

İşin şakası, şebekliği bir yana; sade bir giriş de olsa bu, ve birçok sıkıntı dağ dağ suratlarımıza baksa da,o -bahsettiğim- hiçbir şey yokmuş resmine girip, başka şeylerden bahsedeceğim… Ne kadar kurtulurum desem de, kendime inanmıyorum. Mutlaka bir yerde, katı bir gerçeğe çarpıp, yeminimi bozarım.

Kadıköy iskelesine yanaşmakta olan bir vapurdan, son bir simit susamı koparmaya çabalayan sümsük, açgözlü ve gurursuz martının cıyaklamalarını fon tınısı kabul ederseniz eğer, sevinirim. Elimdeki resim böyle ve ona şu an ihtiyacımız var. Zira bir resimdir ki, insanı suskunluğa, dinlenmeye, iç rahatlamasına ve hatta birini üç beş satır kelam yazmaya kadar götürür… Öyle değil mi?

Bir kişi vardı Yakup Kadri’nin Yaban’ında. Bir çocuk. Adı İsmail. Hadi biraz ondan bahsedeyim, Yakup Kadri yazıyor:

“..bakışlarının bir büyük adam bakışlarından farklı olmaması şöyle dursun, yüzü şimdiden yıpranmış, vücudu katılaşmış, hareketleri ağırlaşmıştı.

Soruyorum:

– Sen Mehmet Ali’nin kardeşi misin?

Başıyla , “Evet” işareti yapıyor.

– Kaç yaşındasın sen bakayım?

– On dört.

– Adın ne?

– İsmail.

– Okula gidiyor musun?

Yarı öfke, yarı hayretle omuzlarını kaldırıyor:

– Ne okulu be! Ben okula gideyim de burada işe kim baksın?...”

Yaban’da anlatılan İsmail’i neden örnek vermek istedim. Sadece okula gidememiş olması, değil sebep. Bana birini hatırlatıyor olması. Öyle birini hatırlattı ki, aslında hatırlatmadı, ben üzerine ‘cuk’ diye giydirdim. Kitabın bu kısmını İsmail olarak değil de kendi karakterimi oraya koyup okudum.

Benim kafamdaki İsmail de okula gidememiş yaşı on bir, on iki oluncaya kadar; çünkü, köy yerinde sabah erkenden tarlaya gidilecek, mallar (hayvanlara –inek, manda v.s- köylük yerde mal derler..) otlağa, suya, şuraya buraya çıkarılacak falan feşmekan.. Bunun dışında işler bitmiyor tabii. Kış ayları bir tarafa yaz aylarında, ürünün toplanması; hele ekilen toprak fazla ise başlı başına bir sorun, çocuk yaşta biri içinse, çile… Bunlara, o kişinin ailesinin, çok kalabalık olması, bu kişinin evin büyük oğlu olması eklendiğinde yorgunluk ve sorumluluk iki katına çıkıyor…

Babası oğluna, “oğlum sen çalış hele, kardeşlerinin elinden gelmez bu işler, onlar okusunlar, sen de başlarsın sonra,” derse; ve birisi çıkıp da “yahu okula gidiyor musun,” diye sorarsa, adamın oğlu da mecburen Yakup Kadri’nin İsmail’i gibi: “Ne okulu be! Ben okula gideyim de burada işe kim baksın?” der!..

Odamın camlarını şangır şungur okşayan rüzgar sesi, yağmuru çağırırken, ben de düşünüyorum! Kırk yıl önceye, zaman makinesi ile dönsem, ve bu adamla çocuğu bulup:

“ Siz Yaban’ı okudunuz mu, aynen sizin gibi olan binlerce Anadolu çocuğunun bitmek tükenmek bilmeyen yalnızlıklarını anlatıyor, ” desem, ne cevap alırım:

– Ne diyon çocuk, ne yabanı.

Ben, aldırmadan:

Dede yapma etme, bu çocuğu gönderme tarlaya filan, bırak okusun zamanı varken, yaşı geçmeden.

Çocuk altın bulmuş gibi sevinçli ve sabırsızca babasına:

– Evet baba ya, ne güzel diyor, ağzı da laf ediyor, muhkem okumuş heral, hülasa hele bir dinle onu.

– De get işine yaban! Oğlum hade sen de, oylanma, tarlaya yörü!

Herhalde böyle olurdu. Tarlaya, sıcağın alnında kavrulası yüzler kazanmak; orakla sabanla, kuru toprakla uğraşmak; iki parça somunla bir günü etmek istemezdi bu çocuk.

Peki şimdi ne yapıyor diye bir soru sorulsa, cevabım şöyle olurdu sanırım: “Hala devam ediyor çalışmaya!”

Nasıl çalışıyor, neden çalışıyor ? diyebilirsiniz. Biraz daha geriye dönüp, okula gitmiş mi de diyebilirsiniz. Bir görüşünüz olsun diye anlatayım.

Okula gittiğinde yaşı on biri bulmuş. Yaşıtları üçe dörde giderken, o yeni başlamış okula. Beş senede de; ıslak toprağa düşen kar tanesinin ömrü süresinde kısa bir zamanda bütün öğretim hayatını, bitirmiş…Sonra köyden çıkmış, döne dolaşa İstanbul’u bulmuş. Şimdi ne yapıyor peki? Şimdi, her gün, hem de sektirmeksizin sabah saat 05:40’da kalkıyor. Kendi iş yerine rahat gidebilmek, dükkanını zamanında açabilmek, rızkını çıkarabilmek için çabalıyor. ‘Saf’ ve sarımtırak güneş henüz doğmuşken veya kimi zaman tembelliği ele alıp kızıllar içinde uyurken, kalkıyor, çalışmaya devam ediyor!..

Peki şimdi benim aklıma gelen birkaç soru, neden dışarıdaki rüzgara karışıp da gitmiyor. Uzaklaşmıyor benden? İşi çok daha çıkmaza sokup, başka başka insan hayatlarının özetlerinden bir yere varalım.

Ekonomik kazanımlar, kişilerin eğitimleriyle, kişisel gelişimleriyle, var oldukları çevrelerle ve talihin insanları sürükleyip götürdüğü yerlerdeki şanslarla -ki buralar, hasbelkader b.k çukuru da olur, ışıklı bir sahne de- ilişkilidir.

Son yıllarda televizyonların ortaya çıkması ve dörtnala çoğalıp teknolojik devasa reformlarla büyümesi, görselliğin artması, yaşamlarımızın alafrangalaşması, köhne bir liberalleşmeye uğraması ile bu rantı değerlendiren birçok kimse, ekonomik kazanımlarını, son söylediğim ‘talih’ faktörü ile sağlıyor! Yani talih rüzgarı alacak birini ve hasbelkader uğradığı duraklardan ikincisine sırt üstü bırakıverecek. Bu sayede gelsin, gecede kırk milyarlar… Peki eğitimi az adam, çevresi dar adam, talihin hasbelkader sürükleyerek b.k çukuruna soktuğu adam ne yapacak? Dikkat buyurun, bu saydığım iktisadi ve sosyal özellikler/etiketler ayrı ayrıdır. Tek bir kişide üçü de olabilir, mesela hem eğitimsiz hem insanız hem de şanssız! Ama tek tek değerlendirerek yazıyorum

İşte, işin o tarafı muallakta kalıyor. Takıldığım nokta şurası: aynı çevresel/ ekonomik/ sosyal çevreden gelip de birinin bal yalayıp, diğerinin ekmek arası ekmek yemesi!.. Şu sebepten diyen varsa, buyursun!..

(Bir adam ki, adı serdar ortaç, bir gecede kırk milyar kazanabiliyor. Fakat onun kliplerinde ışık tutan, kamerayı sürükleyen adam aynı parayı –bırakın aynını, kırkta birini, yüzde birini bile- alamıyor. Bana kimse laga luga yapmasın! Ben burayı anlamamakta direnirim. İşte tam burada benden nabız alamazsınız. Ölü gibi olurum.)

Evet… Yakup Kadri’nin sinmiş İsmail’i beni aldı nereye getirdi, bıraktı ve gitti. Bilmiyorum yolumu bulur muyum…

Ha bu arada, unutmadan, İsmail sayesinde aklıma gelen ve her nedense haksızlığa uğradığını düşündüğüm, sabaha karşı işe gitmek durumundaki -bugün orta gelir grubuna mensup- kişi; benim babam!..

29.08.2007 03:20, sabah olmayacak gibi

Not: resmi çeken Sercan’a teşekkürle…

26 Ağustos 2007 Pazar

Birkaç Dakika Mola

Biraz kaçamak olacak ama, düze yazılmış yazılar’da oyalanmak istedim. Bugün bu kıyıda balık çırpınışlarına şahitlik edecek olmamın, bir sakıncası yoktur herhalde!

Ne çok söyleyecek sözümüz var. Bazen durup, soğuk bulutlara daldığımda farkına varıyorum. Eminim ki, hepimizin günlük koşuşturma arasında bir yolunu bulup, dinlenecek vakti oluyor: bir roman karıştırarak, bir şiire göz ucuyla bakarak, veya daha çok çağımızın nimetlerine elimizi atarak ( tv izlemek, bir mp3ün soğuk arkadaşlığı) v.s.

Uzun zamandır; geçen senenin Şubat’ından beridir; İmece’de yazılar yazıp, yorumlarla birbirimiz eleştiriyor; deyim yerindeyse, fikirlerimizi sorgulamaktan bir an geri kalmıyoruz!..

Yer yer Geheimnis Statt Polizei (Gestapo) gaddarlığında!.. Öyle değil mi?

Seçim geldi, geçti. İç siyasi çıkmazları sıcağı sıcağına yaşadık. Bıçak grisi yazılarımızla, bundan -daha- koyu gri ve metallikte yorumlarla bir ‘halk mahkemesi’, tarihe not düşücü bir katiplik görevini fazlasıyla yerine getirdik. Getiriyoruz da!..

Ankara’ya geçtiğimiz yılın Şubat ayında, uzun bir tren yolculuğunun ardından, küreselleşen ‘Ankara soğuğu’nun karşılamasıyla varmıştım. (Küreselleşen soğuk, beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Mayıs sıcağını taklit eden günlerin yaşandığı zamana denk gelmiştim!)

O ziyaretin ertesinde, İmece’yi kurduk ve ben, Ankaralı Günler yazımda bu oluşumun tazeliğini bakın nasıl anlatmıştım:

“…Yeni adımlar atmanın tam zamanı! Ortada tek bir amaç var. Yeni ama çok eskiden tanışmış insanların, farklı felsefelerle büyüttüğü bebeklerinin aynı anda eğlendikleri bir kreş. Amacımızın veya düşüncelerimizin adı bu ‘kreş’. Kendi ellerimizle büyüttüğümüz fikirlerin, kimi zaman neşeyle oyunlar oynayacakları kimi zaman türlü sebeplerle küsüp barışacakları ama aynı yerde yaşamanın verdiği tatla büyüyecekleri bir kreş. Hedef tahtasındaki tek nokta burası. Tam 12! Tam bu yerde minik minik, onlarca fikir. Hepsi farklı açılardan, hepsi farklı ellerden çıkıp gelmiş. Belki tek ortak noktaları burası. Tam 12!...

Gerçekten de böyle olmadı mı? Bunu, aynı ortamda bulunan yazar, yorumcu, okuyucu bir kesim olarak –ki en çok on kişi- gördük!

Şimdi, konuyu başka bir yere getireyim. Neler yapılmıştır, neler yazılmıştır, ne kavgalar edilmiştir gibi soruların, şu dakikada düşünce düzlemimde bir anlamı yok! Bir duruş sahibi olmanın; inanılan olayların/durumların, neden-sonuç ilişkileri ile geçmiş ve gelecek perspektiflerini ortaya –çakıl taşı gibi- dökmenin eşittiri, mühimdir! Bu eşit bir şeyleri bize anlatacak!

Yani toplumsal olayların, hiç değilse satır başlarıyla, bir duruşu anlatacak seviyede aktarımını konuşalım. Toplumcu ve halkçı olabilmek ‘söz’ üzerinden çok kolay sahiplenilse de, haksızlıkları, ekonomik ve kültürel sindirmeleri ‘aynanın’ keskin gerçekliğinde anlatmanın her yiğidin harcı olup olmadığını tecrübe etmekteyiz! Bu keskinlik; ve aynı zamanda içi dolu gerçeklik, gün be gün daha fazla yaprak açmaktadır.

Peki duruş noktamız gerçekten burası mıdır? Sanırım yaklaşıyoruz!..

Uzun dönemdir siyasetin çirkinleştirdiği bir ortamdan sıyrılmak; başka bir kozmosa geçiş yapmak için, yazıyorum bunları.

Geçtiğimiz günlerde Kartal’da, yoğun ve düşünceli bir kalabalığın ortasında, çay bahçesinde, çaylarımızı içerken Galip’le de benzer şeylerden bahsettik. Şekersiz, plastik tabaklı ve istendiğinden on beş dakika sonra gelen çaylarımızın, üç veya dördüncü fırtında şunları söylemeye çalıştım. Galip de Ankara’da su bulmuş gibi sevinerek, bana katıldı. Şuna benzer şeylerdi:

Siyaset, siyasi parti isimlerinin içinde kaybolduğu zaman, siyaset olmaktan çıkıyor. Ön plana çıkan parti isimleri ve yavan gel-gitler, önce sözlerimizi sonrasında da yüzlerimizi ve birbirimizle kurduğumuz iletişimi çirkinleştiriyor! Bundan kurtulmak zorundayız!”

Sanırım buna benzer şeylerdi.

İşte bu noktada, yukarıda bahsettiğim toplumcu olabilme, olaylara halkçı, gerçekçi ve ‘aynanın’ keskin gerçekliğinde bakabilme yeteneği ortaya çıkıyor! Bunu ne kadar başarabileceğimiz önemli. Siyaseti, belirli bir kesimin egemenliğinde bulunan ‘medyadan’, takip ettiklerimizle, gazete yazarlarının olaylara ‘sığ’ bakışıyla, konuşuyor olmaktan sıyrıldığımız anda; toplum adına kendimizden bir şeyler söyleyebilmek, tamamen bizlerin yeteneklerine kalıyor.

25.08.2007 cumartesi,

24 Temmuz 2007 Salı

Son dakika...


Seçim Sonuçları:

ABD : Memnun..
AB : Memnun..
TÜSİAD : Memnun..

Demokrasi(!) kazandı!!!

Soruyorum...
hangi demokrasi?..

11 Temmuz 2007 Çarşamba

Petkim'in satışına binaen,yeniden... Dün ve bugün: Satmak!

kolunda damga,

vesikalı.

hayat derdi,belki koca dayağı kimbilir...

alışmış.

alıştırılmış,sata sata...

adı kabaca fahişe.

türk filmlerinde mütemadiyen göz önünde...


peki bu hükümet,

o da satıyor...

göz önünde hem de.


yukarıdaki kadın satınca,fahişe!..

hükümet satınca,özelleştirme!..

25 Haziran 2007 Pazartesi

Gitmesen!

Bal rengi sislerde kaybolmayı yaşıyorum

Tarifi imkansız,

Sürme sürme gülüşlerinle gülmek

Gülmek ki,ne gülmek

Aman allah’ım.

Altı kat gök açılıyor bir anda önümde.

Rüya mı,değil!..

Ne şanslıyım,ne baht kokuyor kaderim.


Salacak boyunda tek laf etmeden nefes nefes seni paylaşmak,

Günlerdir düşündüğüm..


Ne şanslıyım,

Aman allah’ım,şans ki ne şans.

Kaç kula nasip olur,

Sevmeyi sevdiriyorsun,

Ne büyük sevap işlediğini kim biliyor?


Sen yoksun ya hani,arada bir

Martılar gözümü oyuyor,bir parça simit alacaklar güya.

Rüya mısın,yok değilsin!

Simit rengi bakıyorum,kül gibi,odun ateşinde kavruluyorum

Sen yok oluyorsun ya,hani,arada bir

Martılar gözümü oyuyor,bir parça ben bırakmıyorlar.

Arada bir bile,

Gitmesen olmaz mı?


6 Haziran 2007 Çarşamba

Kristal parlağı 'beyaz',moru kıskandıran 'kırmızı'...

...

İstanbul’da Cevizlibağ E-5’de Topkapı yönünde… Dev bir gövde bulutlarla elele … gökyüzü,eflatuna çalan buz rengi mavilik;güneş batmış da geri dönmüş sanki,geçici bir kızıllık günbatımı;kristal parlağı ‘beyazı’ ile moru kıskandıran bir ‘kırmızı’ manzarayı seyrediyor… Sanki hesap soruyor,çatmış mı ne çehresini..? biraz durguncana ama bulutlarla haşır neşir;naz ediyor kızıl günbatımına kocaman bir gövde…

3 Haziran 2007 Pazar

Dün ve Bugün: Satmak!

kolunda damga,
vesikalı.
hayat derdi,belki koca dayağı kimbilir...
alışmış.
alıştırılmış,sata sata...
adı kabaca fahişe.
türk filmlerinde mütemadiyen göz önünde...

peki bu hükümet,
o da satıyor...
göz önünde hem de.

yukarıdaki kadın satınca,fahişe!..
hükümet satınca,özelleştirme!..

4 Nisan 2007 Çarşamba

Sevgiliye Mektup

Sevgilim,

Susarak,içten içe başlayan ve ansızın nefes alırken ağzımızdan kaçırdığımız dua kelimelerine benzeyen şeyler dolanıyor dudaklarımda. Seni seviyorum… Seni çok seviyorum…

Duyulmasını istemediğim için değil bu sessizliğim. Yalnız senin yağmurlarında ıslatmak için çabalıyorum. Yalnız senin damla damla gözlerine hissettirebilmek için,bu denli sakince söylüyorum. Seni seviyorum… Seni çok seviyorum…

Bir aşk doğdu bundan yüzyıllar önce. Dünya varolduğunda,her şey tanrı tarafından yerli yerine konduğunda,bir de aşk doğdu… ‘Aşk melekleri’ne gönüllerince özgürlük verildi önce. ‘Gidin istediğiniz yeri kendinize ev,bağ,bahçe,dünya cennet yapın,’diye. Bazıları çok şanslıydı bu meleklerin. En şanslıları hiç beklemediler. İlk kurdukları dünyaya Adem ile Havva’yı buldular. Onlar aşık oldular birbirlerine. İlahi bir emirdi var olmaları. Tabii aşık olmaları da öyle! Karşı konulamaz,reddedilemez bir emir. İlk aşk meleği görevini yerine getirdi. Adem ile Havva örnekti. Bir numune. Diğer aşk melekleri için,ne yapacaklarına dair,basit bir şarkı. Bu şarkıyı söylemeleri gerekiyordu. Fakat diğer tüm meleklerin başka notalar,başka sözler bulmaları gerekecekti. Başka şiirler,başka dağlar,başka cennetler. Bu yüzden dağılmaları gerekiyordu. Bütün evrene dağılmaları. Bulacakları beşiklere bebeklerini koyup,onları ninnilemeleri gerekiyordu. İlahi bir şurupla,yüce bir sesle,bambaşka bir şefkatle…

Böyle böyle dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. İlahi,kutsal,yüce görevleri vardı bu elçilerin. Aşk melekleri kendilerine evler bulmalıydı. Zamanla bir bir bütün melekler kendilerine kerpiçten,tuğladan,ağaçtan binalar yapar gibi;sevgiden,hüzünden,birliktelikten yıkılmaz sarsılmaz evler inşa ettiler. Bu evler çoğaldı çoğaldı çoğaldı… Binlerce,on binlerce,yüz binlerce…

Evlerini yapan melekler bebeklerini büyütmeye başladılar. Yüz yıllık,bin yıllık uykular başladı. Uyanmaları için çalıştılar. Bu bebekler uyandığında aşk meleklerinin görevleri sona erecekti. Görevleri iki kalbi birleştirmekti. İki ruhu tek bir bedene hapsedebilmekti. Ama önce bu bebekleri cennetimsi şarkılar söyleyerek,mücevher kundaklarına sararak,gümüş nefesli neylerle avutarak uyandırmak gerekiyordu. Bu ney sesleri yüz binlerce yıldır çaldı,çalıyor,çalmaya devam edecek. Bu sese uyanan bebekler oldu. Altın taslardan biberonlarına aşk şerbetleri dolduruldu. Cennet şelalelerinden alınan bir avuç su,cennet hurmalarının aromalarından bir tutam,tanrının nefesinden bir dirhem ile hazırlandı bu şerbetler. İçen bebeklerin gözleri oldu. Gözleri pembemsi,yakamoz,gümüşi bir tabloya benziyordu. Denizde ay ışığı eşliğinde dans eden balıkların tablosuna benziyordu. Dudakları yaşamanın serin çığlıklarıyla doluydu. Sessiz,sakin,asil bir çığlıkla.

Böyle binlerce bebek uyandı. Hepsi büyüdü,serpildi. zamanı gelenler can buldu. Aşk melekleri bu yavruları,uçmayı öğrenen yavru kuşu annesi nasıl atıyorsa yuvasından,uzaklaştırdı… İki ruhun tek bir bedene kanatlanması gerektiğinde aşk melekleri teker teker kayboldu. Bazı aşklar,bebekliklerini çok güzel yaşadıkları için dillerden dillere dolandılar. Sonsuz,ilahi,karşı koyulamaz emre sonuna kadar itaat etti bu bebekler. Leyla ile Mecnun birleşti böyle. Kerem ile Aslı. Ve binlercesi…

Binlerce bebekten bir tanesiydi bizim aşkımız da. Yüz binlerce sene uyudu. Uyuttu aşk melekleri. Bembeyaz pamuktan ellerinde tuttular. Bir zarar gelmesin diye. Ta ki bu aşkı koruyacak biri gelinceye kadar dokundurmadılar. Korudular… Ta ki bir yağmur yağana kadar. Simli,pırıltılı bir yağmur. Nurlu bir yağmur! Senin geleceğini haber verdiler meleklere. Bir bebek daha uyanacaktı. Senin doğumunla olacaktı bu sevgilim… Senin doğuşunla bizim aşkımızın bebekliği de uyanacaktı. Açacaktı gözlerini minnacık ama bin yaşında. Küçücük elleri tıpkı senin ellerin kadar. Bizim bebeğimiz yani aşkımız. Aşk melekleri senin doğuşunla beraber aşkımızı uyandırdılar. Bizim aşkımız için neyler sustu artık. Senin minicik avuçlarına,mis kokan tenine,hanımeli gözlerine,alnına yazıldı aşkımız. Senin içine sindi. Orada korudu kendini,orada korundu yıllarca…

Senin doğuşunla başladı bizim aşkımız. Sen doğdun ben doğdum. Sen doğdun,benim de doğmam gerekti. Aşkımız uyandı cennetlerden,neylerden,nehirlerden beslendikten sonra. Leyla ile Mecnun’un aşklarının arkadaşıydı bizimki. Gün geldi aynı cennet ağacının gölgesinde yan yana yattılar. O büyüdü gitti. Bizimki bekledi. Yüz yıl,iki yüz yıl bekledi. Sonra doğdu,koşarak,ağlayarak,yana yakıla seni beni arayarak. Geldi buldu sonunda bizi. Kondu yüreklerimize. Bir daha da kalkmadı. Kalkmayacak da. İlahi,tanrısal,sonsuza dek uyulması gereken helal bir şey,cennet mühürleriyle mühürlenmiş bir şekilde…

İyi ki doğdun sevgilim. İyi ki doğdun da,bebeğimizi uyandırdın. Bizim aşkımız seninle yaşıt. Sen doğarak başlattın bu aşkı. İyi ki doğdun sevgilim,bebeğimize can verdin,nefes verdin,meleklere özgürlük verdin.

Bu bebek; senin tepesi karlı,yamaçları yeşil içinde,etekleri nehirlerle ıslanmış dağlara benzeyen yüce kalbinin,altınımsı aynalarla çevrili beşiğinde yatıyor. Ben de bu beşiğin başında yüz binlerce yıl beklemek üzere bekçiyim. Elimde silahım,yüz başlı ejderha da olsa buraya gelecek,seni korumak,bebeğimizi korumak için uyanığım. Senin doğumunu kutluyorum her gün bu kapının önünde. Yüzüme denizden damlalar çarptıkça,rüzgarlar beni ürkütmeye kalkıştıkça ben şarkılar söyleyerek bekliyorum burada.

Her gün ciğerlerime yalvarıyorum;ne olur yırtılmayın,ben deliler gibi haykırdıkça. Ben haykırdıkça bebeğimizin gamzeleri kocamanlaşıyor. Gözlerinde tablo tablo,renk renk mevsimler açıyor. Ve ben haykırıyorum: Seni çok seviyorum… Seni çok seviyorum… Seni çok seviyorum…

Alabildiğine değil artık,

Hiç olmadığı kadar derin

Hiç bilinemeyecek,taklit edilemeyecek kadar

Sonsuz kadar,

Cennet kadar,

Bana olan aşkın kadar gül bugün…

Ve sade yüzünle değil,

Yüreğindeki aşkını kat,

Dualarını kat,

Ezo’muzu kat,

Gözlerinde kimselerin göremediği gülücüklerle

Açmamış tomurcuklarına seslene seslene

Kahkahalarla,

Gül bugün…

Bugün alabildiğine gül.

Bugün kana kana gül…

Güllere gülmeyi,

Güzel güzel açmayı,

Bahar gibi kokmayı öğreterek gül…

Bugün gülebildiğin kadar gül.

Gönlüne düşecekse bir hüzün,

Erisin bu gülüşlerle karşılaştığında..

İşte o kadar gül.

Sevdiklerin oldukça yaşarsın,

Durursun.

Seni sevmeyi öğrenirim ben,

Sen nefes alırsın.

Ben aldığın her nefese bir şiir yazar,

Seni sever dururum.

Olacaksa böyle olsun.

Sevileceksen böyle sevil,

Zaten böyle sevildikçe bil ki,

Ömrün çoook uzun olacak…

Söylemesem de,

Bunu sen de biliyorsun…

9 Mart 2007 Cuma

Sevdanın Yaşı

Bakma benim suskun gözlerime,

Naz etmiyorum sana.

Söylemeye utanıyorum,

Olsa olsa...


Koca adam,

Ağlamaya korkuyorum.

Demezler mi,’yahu şuna bak’ diye içli içli

‘yaşına bakmadan ağlıyor’ diye.


Ağlamanın yaşı sevdanın yaşına denk değil

Yaşlanmak lazım gözyaşı dökebilmek için.

Bense bu yaşımda binlerce yıldır aşık gibiyim.

Kafa yaşım henüz çok geçmişte.

Ağlamanın yaşı sevdanın yaşına denk değil.


25 Şubat 2007 Pazar

Ankara Yolunda

Yolculuğun başlamasına henüz bir saatten fazla var. İçimde tuhaf bir endişe ‘ya trene binemezsem!’ diye. Önceki gece gördüğüm rüyanın etkisi üzerimde hala. İlk kez trene biniyorum,normaldir diyorum içimden. Rahatla biraz. Yüküm hafif. Bir sırt çantası. Birkaç giyilecek eşya,kapaklı bir dosya, karalanmaya hasret bembeyaz kağıtlar,kalem,iki tane de kitap…
Vakit geldi. Tren yok ortalıkta. Acaba binebilecek miyim? Ne tür bir aksilikle karşılaşacağımı bilmiyorum ama yine de tuhaf bir iç ezilmesi hissediyorum. Birazdan geçer. Derin nefes iyi geliyor. Sağımda solumda insanlar birikti. Biraz olsun rahatlıyorum. Onlar da binecek nasılsa! Benim kaçırmama imkan vermezler. Hem kaçırırsak,topluca küfrederiz.. Topluluk psikolojisi! Hiç ihtiyaç duymadığım şeyler bunlar. Ama olsun zararı da yok hani.
Bir tren geliyor. Etrafımda hareketlenmeler arttı. Saat de doğruluyor bunu. Her şey yolunda. Kendime göre bir pozisyon belirliyorum. Tren geçti gidiyor,ama yavaşladı. İstasyona yapışıyor yavaş yavaş. Ve durdu. Yanlış pozisyon! Üç no’lu vagon durdu karşımda. İki vagon daha. Hızlanıyorum. Önümde üç kişi var. Üçüncüyü geçiyorum. Şimdi ben üçüncüyüm. İkinciyi de alt ettim. Şimdi ikinciyim. Tamam yeterli bu kadarı! Birinciliğe ihtiyacım yok. Beşi no’lu vagondan adımımı atıyorum… Ohh!... İç rahatlaması. Hele bir oturayım,ondan sonra dalga geçebilirim dünkü rüyamla. Her şey yolunda şimdilik. Salına salına,koltuğumu arıyorum. Koltuk no 23! Koltuk no 23,vagon no 5. Tesadüfe bak! Hoş tesadüf. Sevdiğim bir tarih bu.. Aynı zamanda sevildiğim! Uzun hikaye sonra anlatırım. Şimdi uğraşmam gereken bir sorun daha var. Koltuk numarası ile pencere kenarında oturacağımı gösteren bilet üzerinde yazan numaram tutuyor. Yaşlıca,gözlüklü,elinde gazete bir amca kurulmuş pencere kenarına! ‘Pardon!..’ diyorum. Dönüp bakıyor.
‘ 23 numara burası mı acaba!’’
‘Benim ki 22,evet burası 23!’’
Anlaşıldı… İşe yaramadı,nazikçe uyarım! Neyse kabalaşmama gerek yok. Çöktüm,yolculuk bitmişçesine yorgunca. Beklediğimden konforlu,rahat koltuklar. Pulmanmış bunlar. İki koltuk yan yana bir köşede,tekli bir koltuk karşısında. Çevreyi tanıma amaçlı göz gezdirdim etrafa. Şehir içi otobüs yolculuğunu andırıyor. Tek eksik üzerime düşme eğilimi göstermeyen ayaktaki yolcular! İlk dakikaların acemiliği üzerimde kol geziyor. Trendeyim ya hani,camdan dışarı bakmaya çalışıyorum. Bu da yolculuk psikolojisi olsa gerek! Herkesin bakışları dışarıda. Adet yerine gelsin bakışları.. Çantamdan bir kitap çıkardım. Koltuğa yayıldım… Kitaba daldım anında. Camdan dışarıya bakma telaşı göstermiyorum. Kitapla bütünleşme zamanı. Hafif uyku gibi bir şey bu! İlk seslemede uyanabilirim. Ama şu an uyanmaya hiç niyetim yok…

Hayli zaman olduğuna inandığımda kafamı kaldırdım. Herkes bıraktığım gibi… Bir ara bilet kontrolüne gelen kadın,beni trenden indirmeye niyetlendi ama başarısız oldu! Öğrenci kimliğime,yüksek mahkeme hükmü verircesine edalı bir tavırla ‘Geçersiz bu..!’ diyiverdi. Öğrenci pasomu gösterdim. Sustu! Konuşma tasarrufu yapıyorum! Aptal insanlara tahammülüm olmadığını bir kez daha anladım. Yani,bir de tersini düşünelim. Filmi başa saralım:
‘İyi günler,beyefendi biletinizi görebilir miyim?’
‘Tabi tabi!!’ Bir saniye lütfen!
‘Teşekkürler!’ Öğrencisiniz demek?
‘Evet. İşte kimliğim…
‘Tamam,lütfen çıkarmayın gördüm… İyi yolculuklar!
Bunun üzerine yapacağım yorum,TCDD personelinin ne denli profesyonel,hümanist,cana yakın olduğu ile ilgili olurdu. Neyse!...

Tekrar kitabıma döndüm. Aynı hipnoz ile bağlantılarımı kopardım. Henüz vaktim çok,diye iç geçirdim. Kitap ve ben. Tam da bu anda birbirimizle sarmaş dolaş. Ben elleri,ayakları olan,biçimli bir ağız,kulak,göz ve bunları barındıran normal kafa yapısında beden. Kitap ise,tüm unsurlarıma hareket katan ruh. Şu zamanda ayrı düşünülemeyiz. Cansızlaşmaktan korkuyorum. Sımsıkı sarıldım kitaba. Gözlerimi ayırmadan tutkallandım sayfalara. Birinden kurtulduğumda bir diğerine zıplıyorum. Yerden yüksek oynar gibi. Yaşam fonksiyonlarım hafif uyku haline uyum sağlamış durumda. Beklenmeyen bir isyan var!.. Uyku hali canımı sıkmaya başladı. Gözlerim acımaya,algılarım kapanmaya yüz tuttu. Kafamı kaldırıp,uzaklara odaklanmayı planladım. Böylelikle gözlerime iyilik edecektim. Demeye kalmadı,kafamı kaldırmamla,
‘ Öğrenci misiniz?’
Hayda!.. Yine mi? Ama yok bilet kontrolü değil bu kez. Yerimi mülkiyetine katan amcanın yönünden titreşen sese kafamı çevirdim.‘Evet,öğrenciyim!’
-Ruhundan ayrılırsan beden anında çürür işte,dedi içimdeki isyancıları bastıran sağduyum.
Suçluluk psikolojisi!

‘Hımm,’ gibi bir sesle onayladı beni amca. Sonra muhabbetimiz koyulaştı. Ben konuya girdim. İlk kez trenle yolculuk yaptığımı anında belirttim. Acemice hareket ettiysem,durumu kurtarmak için miydi,ben de anlamadım,söyleyiverdim. Amcam,anlatmaya aç bir haldeymiş. Bana denk geldi. Yeni kapattığı gazeteden dolduğu kadarıyla sağa sola yüklenmeye başladı. Sesi de çıkıyor hani. Ben kısa ve alçak ses tonuyla cevap veriyorum. Yıldırma psikolojisi! Başarılı olduğumu söyleyemem. Ama amcanın öğretmenlik anılarına geçmiştik ki,pişmaniyeci yetişti!... Önceki defa aldığı pişmaniye çok tazeymiş! Bir tane daha aldı yüksek sesli amca. ‘Bunlar baba oğul,hep buradalar!’ dedi. Şaşırmadım. ‘Ayda 2000 lira kira veriyorlarmış’ dedi. Hele buna hiç şaşırmadım! ‘Doğrudur!’ dedim. Sektör,rant,devlet,düzen,ekonomi,rüşvet,üçkağıt v.s…. derken ben,bir anlık sessizlikten faydalanıp kitabıma doğrudan keskin bir dalış yaptım. Bu defa amacım ağır uyku haline geçmekti! Kısa kısa uyandırılmaya çalışıldıysa da uyumaya devam ettim. Amca Eskişehir’de inecekmiş. El sıkıştık. Yerime geçtim…

Yolculuğun bundan sonrasında ben de sustum. Gözlerimin takılıp kaldığı toprak parçalarına odaklandım. Başka bir şey değil gibi geldi önce. Fakat,insana saatlerce yol gidip de aynı yerde dolaşıyormuş hissi veren bir yerle karşılaşmamıştım. Binlerce dönümlük topraklar hep kardeş midir buralarda ? Nasıl bir iksir var buranın havasında. Buralarda kavga yok,gerilim yok. Buralarda topraklar kardeşliğini korumayı bilmiş. Ve herkes birbirine benziyor. Hiç kimsenin başkasına benzeme çabası olmamış. Kent merkezlerinde üzerlerinde büyüyen çok katlı dev kulelere inat,buralar düz,düz,düz… Sanki bir okyanus varmış da gitmiş! Uzaklardaymış şimdi. Bu topraklar okyanusunu mu bekliyor acaba. Ki beklemese çoktan uzayıp giderdi buralar! Göklere değerdi buralarda da dev beton soğukluğundaki binalar ve sahipleri.

Zaman zaman tekrar uykuya daldığım oldu. Hafif uykuya! Bedenime ruh üfleme molası. Gözlerimle anlaşamadığımda,camdan dışarıya kaçırdım kendimi. Yine aynı düzlükler. Bitmiyor… ses seda da yok. Ne bir makine sesi,ne de boşlukta yankılanan insan çığlığı. Sadece metalik yılan ortalığı ürkütüyor. Tren uzuyor,uzuyor. Uzadıkça uzaklaşıyor. Bir tünele giriyoruz. Açık pencereden bütün tılsımlar vagona doluyor. Ürküyorum. Karanlığın hammaddesi doluyor içeriye. Zifir! Sonra kurtuluyoruz lanetlerden. Yeniden terkedilmiş düzlüklerdeyiz. Terk eden bir canlı değil. İnsanoğlu ürkütmüştür belki bu okyanusu. Okyanus da gök yüzünün önünde aşağılanmaya dayanamayıp,uzun saçlarını arkasında sallayarak,eteğini toplayıp ardına bakmadan gitmiştir buralardan. Topraklar yaşlanmış fakat sevdasından bir şey kaybetmemiş. Gökyüzü yaşlanmış fakat maviliğini yitirmemiş. Okyanus özlemiş,gelmek istemiş. Fakat bu defa da bırakıp gittiği yerlere yerleşmeye başlayan bazı canlıları görmüş. Buralara gelirsem,onları incitirim diye düşünmüş ve bir daha dönmemek üzere romanlara dökülüp gitmiş…

Tam sekiz saattir yoldayım. İnme vakti geldi. Ankara’ya edalı edalı adımımı attım. Tavırlarımdaki değişiklik gözle görülür cinsten. Karşılamaya gelen kalabalık bir ‘sessizlik’ kitlesi var. Dört bir yandan tezahüratlar kopuyor. Kulağımın çınlaması geçsin de,cevap vereceğim. Aynen sizin gibi susacağım,diye dalga geçiyorum kitlelerle…
Aklım okyanusta... Şimdi nerede ve bir kişi tarafından fark edildiğini hissetmiş midir acaba ?

20 Şubat 2007 Salı

2007 Bütçesi ve Bütçeyi Şekillendiren Süreç

2007 yılına ilişkin hazırlanan bütçe,bir çok siyasi karışıklığın ve ülke gündeminin yoğunlaştığı günlerde kamuoyuna sunuldu. 3 Kasım seçimlerinde halkın umut bağladığı ve tam destek vererek göreve getirdiği hükümete güvenin gitgide azaldığı günlerden geçmekteyiz. Siyasi iktidara karşı güven eksikliğinin oluşmasını körükleyen süreci çeşitli ekonomik ve siyasi başarısızlıklar hazırlamıştır. Avrupa Birliği’ne girmek adına hızlandırılan çalışmaların ortaya çıkardığı birkaç sonuç üzerinde durduktun sonra 2007 bütçesini değerlendirelim.

Kıbrıs sorunu,Ermeni diasporasının Fransız parlamentosu üzerindeki baskılarını arttırması gibi siyasi sıkıntılar bu sene içerisinde oldukça baş ağrıtacak gibi gözüküyor. Bunun yanı sıra yapılan reformların halka yansımaması ve özellikle işçiler ile çiftçilerin bu kıskaç arasında bırakılmaları ise ekonomik sorunlar olarak önümüzde durmaktadır. Böyle bir ortamda,hazırlanan bütçeye,birkaç yönden bakmamız gerekmektedir.
Bütçedeki rakamları değerlendirirken,hükümetin 2007 yılında gerçekleşecek seçimden etkilenip etkilenmediğine de dikkat etmeliyiz. Yürütme organı olarak bütçeyi hazırlayan hükümetin,aleni olarak seçime yönelik bir bütçe hazırlaması gerçekten zordur. Ama dolaylı yönlerle böyle bir siyaset izlenebilir. 2007 bütçesini bu yönleriyle değerlendirelim.
Bütçedeki rakamlarda bütçe giderleri 204.9 milyar YTL olarak gerçekleşmiş gözüküyor. Buna karşılık 188.2 milyar YTL gelir ve bunun sonucunda 16.7 milyar YTL bütçe açığı söz konusudur. 2006 yılı tahminine göre bütçe açığı yüzde 82 oranında artmış durumdadır. Bu açığın oluşmasında en önemli nedenlerden biri olarak haziran ayında yaşanan dalgalanmalar sonucu artan faizlere göre borçlanma gösterilmektedir. Bu durumu,ekonominin siyasi istikrarsızlıklara tahammül edememesi olarak düşünebiliriz. Ayrıca faiz dışı giderlerin,bir önceki yılın tahminlerine göre yüzde 21 oranında artması da bütçe açığında temel oluşturmaktadır. Akla gelen soru ise şudur. Acaba hükümet bu harcamalarla,seçim öncesi halka şirin mi gözükmeye çalışmaktadır! Fakat bunu yaparken unutulmaması gereken bir şey var ki,o da sıkı sıkıya bağlanılan IMF’nin bu durumdan pek hoşnut olmayacağıdır. IMF’nin öngördüğü faiz dışı fazla oranını tutturmak için harcamaların kısılması esastır. Ancak bu konuda hükümetin sıkıntıya düşmeyip,mevcut vergi gelirlerini arttırıcı önlemler alması bu gediği kapatmaya yetecektir. Bu durum halk üzerinde beklenmeyen bir fazlalık olacaktır. Yani hazırlanan bütçeden seçim kokuları gelse de hükümet çıkış yolunu bulmaktadır.

Bütçede göze çarpan bir diğer artış Sosyal Güvenlik Giderleri kaleminde. Bir önceki yıla göre yüzde 26’lık bir artış görünmektedir. Kamuoyunda sıklıkla bu harcamaların kısılması gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Yalnız burada orta çıkan tabloyu iyi değerlendirmek gerekmektedir. Sosyal hukuk devleti olabilme koşulu,halkına insanca bir yaşam standardı sağlayabilmektir. Bu koşulun sağlanması için devlet harcama yapmalıdır. İşçisini,emeklisini,gazisini,devletin destek sağlamak zorunda olduğu halk yığınlarını devlet unutmamalıdır. Bunun için sosyal güvenlik konusu önemlidir. Türkiye’de sosyal güvenlik kurumları bütçe üzerinde büyük bir yük olarak gözükmektedir. Bunun asıl sebebini bu kurumları çürüten bazı kemikleşmiş ve reforma muhtaç birimler oluşturmaktadır. Bu düzensizlikler sebebiyle çeşitli yolsuzluklar ortaya çıkmaktadır. Hükümet bu konudaki aksayan yanları,kurumları düzenleyici reformlar yaparak düzeltmelidir. Eğer dış kaynaklı ekonomi politikaları devam ettirilirse yakın zamanda bu kurumlara her hangi bir harcama dahi yapılmayabilir veya çıkarılan kanunlarla sosyal güvenlik kurumları tasfiye edilebilir. Endişe verici bir durumdur bu.

Sonuç olarak bütçedeki rakamlar,siyasi olumsuzlukların yörüngesinde gerçekleşmektedir. 2007 yılının seçim yılı olması nedeniyle bütçedeki bazı kalemlerde çeşitli ayarlamalar yapılmıştır. Fakat dış siyasette izlenen -yanlış- politikaların uygulanabilmesi adına IMF’nin istedikleri de yerine getirilecektir. Bunun için gerekli finansmanın ise mevcut vergilerde artıştan sağlanacağı açıktır. En azından hükümetin uygulayacağı çözümlerden bir tanesi budur.

18 Şubat 2007 Pazar

Ellerim Palto Ceplerimde

Sabah…
Her gün bıkmadan,
usanmadan ziyaretçi dünyaya.
Sabahın ziyaret saatini biliyorum.
Eminönü’nde alt geçitte,
Yeni işbaşı yapmış birkaç kedi
Avlanmaya uzak şımarık balıklar
Seyyar kitapçılar ile
Koşturan birkaç insan.
Bu saatte,ziyaret ediliyoruz biz.

Ellerimiz boş
Misafire mahcubuz.
Ellerimiz palto ceplerinde,
Saygısızlıktan değil ha,
Üşütüyor gecenin kıskançlığı.

İstanbul,ne giyinse güzel.
Bugün gri giyinmiş,
Süsü yok,bulutu da.
Küsü yok,taşıdığı elbise hayli yüklü.
Ne bilim kaç milyon beden?
Bir de,
Alt geçitte o kedi
Müstehzi balıklar ve
Onlardan kumanyasını çıkarmış ben.

Unutmadım seni sevgilim,
Sana geliyorum.
Gece kıskanç,

Ellerim palto ceplerimde.

13 Şubat 2007 Salı

GERÇEKLER

burada anlatılan gerçekler,bizim ülkemizin gerçekleridir. farkındayım çok uzun bir yazı oldu,ama,bu bir yazı dizisi ve üç aşamadan oluşuyor. 8 ağustos-3 eylül 2006 tarihleri arasında yazdığım yazılardır. ancak şimdi,burada paylaşma ihtiyacı duydum...

Gerçekler-1

Niğde’nin bir ilçesi vardır Bor adında. Adamın biri,altında eşeği ile,burada kurulan pazara gelmiş. Saat oldukça ilerlemiş olduğundan,pazardan satın alabileceği pek bir şey kalmamış. Pazar artık kapanmak üzereymiş. Toparlanmakta olan bir pazarcıya,’’yahu,birader burada Pazar yok muydu’’ deyivermiş. Bunun üzerine Pazarcı adama dönmüş ve: ‘’Amcaa,demiş,geçti Bor’un pazarı,sür eşeğini Niğde’ye…’’

Geçti Filistin’in pazarı ey ihvan-ı müslümin,sür eşeğini Lübnan’a. O da geçerse merak etme,sür gel Suriye’ye.
O da mı geçti… hiç tasalanma kardeşim,sür gel İran’a… sendeki eşeklik bitmez kardeşim,sen en iyisi eşeğini bırak,çalan siren sesleri seni doğruca kent sığınaklarına gönderir…

Alman diktatörü Hitlerin,Yahudilere bugünün sınırsız arzu kapılarını açtığı politikası,bugünün huzursuzluğuna,en kullanışlı kılıfı hazırlamıştır. Hitler’in beklenmedik yükselişi,hiçbir şekilde tesadüf eseri gerçekleşmemiştir.
Yahudi felsefesini,o kutsal ülkü olarak gördükleri ‘Yahudileri tek bir devlet altında toplama’ düşüncesini,gerçekleştirebilmek için her türlü siyasi,ekonomik,toplumsal araçları kullanmışlar ve halen daha kullanıyorlardır. İşte Hitler’in yükselişi de bu felsefenin işine yaramıştır.
Bugün İsrail denilen,çocuk katili,devlet(!) gözlerimizin içine baka baka insanları,insanlarımızı;özgürlüğü,özgürlüğümüzü katlediyor,çiğniyor,umursamazca paramparça ediyor. Adını uluslar arası terörizm koydukları bir senaryo yazmışlar ve kötü adama rolünü öldürerek vermişler. Sen,teröristsin denilmiş.
Bugün,Hamas terörist. Bugün Hizbullah terörist. Bugün,üç yaşındaki çocuklar terörist. Peki neden?
Çünkü onlar,kendi topraklarını işgal etmiş,haksız bir efendilik talebinde bulunan abd ve İsrail’e karşı mücadele ediyorlar.

Öyle bir hal aldı ki yaşananlar,bir Filistinli ailenin bir gününü şöyle özetleyebiliriz:

Filistin halkı bombalarla açtı gözlerini yeni doğan sabaha,kutsal topraklarda… Bir çocuğun babası akşamı göremedi. İsrail tankının açtığı ateşte öldü. Akşam oldu. Bombalar sustu. Küçük çocuğun babası gelmedi. Sabah oldu,bombaların karşılaması ile. Küçük çocuğun evini bastılar. Oracıkta gözleri önünde abisini vurdular. Kendilerine elindeki tavayla karşı koyan,küçük çocuğun annesine,tecavüz ettiler. Ve onu da öldürdüler. Ve annesini,babasını,abisini kaybeden küçük çocuk ağlamaya başladı. Ağlama sesini cehennemlerde kavruluncaya dek hiç anlayamayacak olan it sürüsünden bir asker, küçük çocuğun ufacık kafasına,tonlarca basınç uygulayan,ağır makineli tüfeğin tüm mermilerini boşalttı…
Ve sonrasında dünyadan habersiz medyamızın ana haber bülteninde şöyle bir haber,iki kelime ve yalnızca iki dakika süren:

‘’bugün Filistin’de biri çocuk 4 kişi öldü.’’

Ve tüm bunlar vuku bulurken,biz yaşamın yaşanabilinecek başka bir enkazına sığınarak,nefes almaya devam edeceğiz. Bu ve benzeri haberler,akıp gidecek gözlerimizin önünden. Gerçek neydi? Bunu asla göremeyeceğiz… artık uyanmak vakti değil midir? İsrail,batının,abdnin ve dahi işbirlikçilerin sayesinde sınırımıza kadar geldi dayandı. Artık,geç kalınmış bir uyanışa yat vermek zamanı değil midir?
Uyuklayarak pazara gideceğiz… Ama Üsküdar’da sabah olalı epey zaman olmuş olacak.
Ne Pazar kaldı Filistin’de ne de alınabilecek bir avuç nefes…
Daha fazla geç olmadan,savaş sirenlerini mahallelerimizde duymadan önce,süs ve şatafat ile gizlenmiş gerçekleri görelim.
Arzı mev’üd,yani Yahudilerin ‘’vaadedilmiş topraklar’’ ülküsüne,bu ideali gerçekleştirmek için peyda olmuş,Siyonizm konusuna devam edeceğim…

Gerçekler-2(Mali Sömürünün Kaleleri)

Gerçeklere,geçtiğimiz gün başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın söylediği son derece ilginç bir söz ekseninde devam edelim.
Başbakanın,kendisine IMF ile ilgili sorulan soru üzerine verdiği bir yanıt var ki,burada ortaya çıkan durum,Türkiye’ye ve Türkiye gibi gelişmekte olan üçüncü dünya ülkelerine uygulanan ekonomik sömürüyü ortaya çıkarıyor. Cevabın özeti şöyle,’’biz IMF’nin ‘şunu yapmayın,bunu yapmayın’ gibi emirlerine sert bir cevap veremeyiz,çünkü biz IMF’nin kurucu üyesiyiz…’’
Cevap böyle. Ve başbakan doğruyu,gerçeği söylüyor. Türkiye IMF’nin kurucu üyelerinden bir tanesidir.
Peki başka kim var bu kurucu üyeler arasında ? Kimin ne kadar söz hakkı var,bu üyeler birliğinde ?
Şimdi,IMF,yani ekonomik sömürü(gabin) kurumunun yapısını,basit olarak,incelemeye çalışalım.

Ülkelerin çeşitli iktisadi değerlerinin göz önüne alınarak tespit edilen oy (katılım)oranları şöyle:

Amerika'nın toplamdaki oy oranı % 17.35
Rusya'nın % 2.79,
Çin'in ise % 2.20'dir. Evet kurucu üyeler arasında bulunan ABD,Rusya ve Çin’in bu birlikteki oy oranı,yani söz hakkı bu. Peki Türkiye’nin burada yüzde kaç oy hakkı var?

Türkiye'nin toplamdaki oy oranı % 0.49…

Başbakanın sözünü ettiği,üye devlet oluşumuzun bize getirisi yüzde bir bile değil. Yani ABD,Rusya,Çin gibi üye devletlerin çoğunluğu oluşturdu böyle bir ortamda Türkiye’nin söz hakkı bulunmuyor. Türkiye IMF’den aldığı borç paralar karşılığında,bugünün büyük devletlerine siyasi,sosyal,kültürel yaptırımlarla ödün vererek aradaki farkı kapatıyor.

Peki nedir IMF,neden kurulmuştur? Bugünün görünmeyen gerçekleri içerisinde aldığı rol nedir ?

Kuruluşu,II.Dünya Savaşı’nın hemen bitimine rastlıyor. 1945 yılında katılımcı 44 ülke ile kurulmuştur.Üyelik için hiçbir zorlayıcı unsurda bulunulmamış,kredi için ise sadece üyelik gerektiğinden üye devlet sayısı hızla artmıştır. Bugün ise üye devlet sayısı 182 olmuştur.
Bunlar örgütün kuruluş aşamaları ilgili bilgilerdi. Yine IMF hakkında iktisadi terimler içeren türlü açıklamalarda bulunulabilir. Ancak bunlar kafa karıştırmaktan ve gerçeklerin üzerine siyah bir perde örtmekten başka bir şeye yaramayacaktır.
Bugün IMF’nin kredi verdiği ülkelere karşı izlediği politika,baskıcı ve ülke halklarını sindirici bir organizasyondan ibarettir. Modern çağımızın tefecileri,fırsatçıları denilse yanlış olmaz.
IMF’yi,yani Para Fonu’nu ayakta tutan,finanse eden kaynağı,Amerika’da yaşayan zengin sermaye sahibi Yahudiler oluşturmaktadır. Yahudi zenginler,paralarının faiz getirisini bu örgüt üzerinden sağlamaktadırlar. Oldukça basit gözüken bir sistem olsa da,aslında IMF,perde arkasında;dünya siyasetine yön veren,oturdukları yerden savaş kararları alan,dünyaya yeni bir hegemonik devlet anlayışı sunmak isteyen güç sahibi kişilerin bankası durumunda bir örgüt. Yani yasal olmayan,meşru olmayan bir düşünce sisteminin meşrulaştırılmış parçalarından bir tanesi.
Türkiye,Para Fonu’na 1947 yılında katılmıştır. Adına stand-by denilen(hükümetlerin 1-2 yıllık ekonomik planlarını sundukları raporlar) türlü anlaşmalar yapılmış ve ülkeye kredi girişi sağlanmıştır. Ancak bu girişler,yine Para Fonu’nun istediği doğrultudaki yerlerde harcanmıştır. Sonucunda ise,dış ticaretimize sınır konmuş,çiftçimize kota getirilmiş,hesap hanemize faiz ve borç yüklenilmiş,devlet politikalarımızın ise zayıf kalmasına neden olunmuştur. Bugün ise basiretsiz bir dış politika sonucu ortadır. Binlerce yıllık kültürel değerlerle bağlı olduğumuz doğu topraklarına düşen bombalara,söyleyebilecek bir sözümüz olamamaktadır.

IMF ile aynı paralelde çalışmalarını sürdüren diğer bir kurum ise Dünya Bankası’dır. Kuruluş sebebi, II.Dünya Savaşı ardından yıkılan,harap olan,bombaların düştüğü yerlere imar götürmektir. Tabi bu imar çalışmalarını yürütebilmek amacıyla,devletlere verilen krediler söz konusu burada. Yani,savaş kararını alanlar,yüz binlerce masum cana kastedenler,bu defa yardım ediyorlarmış gibi,bir defa da mali yönden kitleleri kıskaçları altına almak istemişlerdir.(Ne tuhaf değil mi,o zaman yaptıkları mali yardımları,bugün Irak’a,Afganistan’a,Lübnan’a yapıyorlar. Yıkıp,demokrasi ve insan hakları getirdikleri topraklara masumane yardım da bulunuyorlar!..)

Siyasi bağımsızlığımızı yok eden kurumların oluşumu bir tesadüf değildir. Bu kurumların izledikleri yola dikkat edildiğinde,aynı elden çıkma bir iş olduğu hemen fark edilecektir.
Bugün kaostan düzen yaratma peşinde olanlar,insanları aç bırakmakla,insanlıklarını ve hatta yaşam haklarını ellerinden almakla tehdit ediyorlar.
Mali yönden çökertilmiş topraklarda çıkabilecek herhangi bir kaos ortamından faydalanmaları ise an meselesi olmaktadır. Bunlara verilebilecek en iyi örnekler arasında Kafkasya topraklarında meydana gelen ‘turuncu,kadife v.b. gibi devrimler’ vardır. Bu devrimlerde,kaosu yaratan sermaye sahipleri ise,hepimizin ismini yakından duyduğumuz George Soros ve onun gibileridir.

Bu zehir akıtan kurumlardan sıyrılamayan ülkeler önünde sonunda,bu büyük yılanın zehrine karışıyorlar ve karışmaya devam edeceklerdir.
Sonuç olarak IMF,Dünya Bankası ve türdeşi bir çok mali kurum/kuruluşlar dünya üzerine kurulmuş dengelerin finansörlüğünü yapan birimlerdir.Karmaşık olan hiçbir tarafları yoktur. Yapmamız gereken şey,buradan yola çıkarak,perdenin arkasında duran diğer gerçeklere aydınlık olabilmektir.

Eğer başa dönecek olursak,çaresiz bir haykırış aslında başbakanın dile getirdikleri. ‘’Biz’’ diyor kendisi,’’İhtilal hükümeti değiliz ki,imf yi atalım ülkemizden. 'Borçlarımızı ödemiyoruz' diyemeyiz.’’
Keşke ihtilal hükümeti olsaydınız sayın başbakan!.. Bu ülke evlatlarının aydınlık geleceklerine açılan kapılar inşa edeceğimiz bir ihtilal. Öyle bir ihtilal ki,tüm barışçı dünya devletlerinin etrafımızda topladığı bir ihtilal. Öyle bir ihtilal ki,ufacık,çaresiz kalmış körpe bedenlerin,çocukların,artık ölmeyeceği bir dünyaya gidilen yolların ihtilali…
Gerçeklere devam edeceğim…

Gerçekler-3

Mustafa Kemal Atatürk bağımsızlıktan bahsederken,bunu siyasal bağımsızlık,topraklarımızın bağımsızlığı ve ekonomik bağımsızlık olarak göstermiştir. Biz böyle bir bağımsızlık tanımını kabullendik.Ancak bugün Ortadoğu toprakları ekonomik bağımsızlıkları ellerinden alınmış ülkelerin bir yuvası haline getirilmiştir. Bilinçli yürütülen yok etme siyasetleri gün gibi ortadadır.
Ortadoğu topraklarına tarihin başından beri mübarek,kutsal topraklar gözüyle bakılmıştır. Bir diğer ifadeyle Mukaddes Topraklar. Halklara gönderilen peygamberlerin bir çoğunun buradan çıkması,Kabe ve Kudüs gibi dini merkezlerin burada bulunması,Ortadoğu’nun önemini anlatmaktadır.

Bu topraklar,insanoğlunun bugünkü varoluş şeklini yani,dış görünümünü,iç dünyasının tabiatını şekillendirmiştir. Doğu topraklarından ardı belli olmayan sonsuz evrene doğru yayılan bir ışık daima var olmuştur. Bu toprakların insanları,insanca yaşamanın ilkelerini benimsemişler,kendilerine ‘doğru’ için gönderilen kılavuz kişilere bağlı kalarak bu toprakları geliştirmişlerdir.
Fen,matematik,tıp,edebiyat,uzay gibi alanlarda araştırmalar yapmışlar ve böylece insanlığın geleceğine ekilen tohumlar olmuşlardır.
Batı,Doğu’nun gerisinde kalmış,ilmi eksikliklerini itikatsızlıkları perçinlemiştir…

Bugünün Ortadoğu’suna baktığımızda,batının bombaları her yerdedir. Batı,bombasını atacağı yerleri öncesinde bomba atılmaya hazır hale getirmektedir. Peki bunu nasıl yapıyorlar ? Bugün Filistin,Afganistan,Irak,Lübnan bombalanırken,’’yeni dünya düzeni’’ hayallerine en büyük engel ülke Türkiye’yi neden yakıp yıkmıyorlar ? Ortadoğu üzerinde kader değişikliği nasıl yapılıyor?

Sorular… Sorular birbiri ardını izliyor. Cevabını vermek ne kadar zor. Bu soruların cevabı barış değil bugün. Barış kelimesinin hiçbir dünya lisanında kutsallığı kalmamıştır.

Ortadoğu topraklarına geniş bir açıyla baktığımızda,bu topraklardaki Müslüman devletlerin birbirlerinden nasıl ayrı oldukları rahat bir şekilde anlaşılır. Batının,işgalcilerin,sömürgeci toplumların en büyük silahı kitleleri ayırmak,parçalara bölmektir. Birbirinden ayrılan koskoca parçaları yönetmek,yönlendirmek,işgal etmek daha kolay bir siyaset gerektirir. Türkiye,bugün zorunda bırakıldığı Avrupa Birliği,IMF v.s gibi kuruluşların dayatmaları ile ayrıştırılmaktadır. Sosyal,ahlaki,dini,felsefi her görüşe bir bağımsızlık tanınmakta. Daha bugün,Avrupa Parlamentosu yayınladığı Türkiye raporunda,hükümetin dini hoşgörüsüzlüğünden bahsedip,Alevilerin ayrı bir milletmiş gibi tanınmasını istemiştir. Küçük parçalara ayırma siyasetine küçük ve güncel bir örnekti bu.

Yeniden Ortadoğu topraklarına dönecek olursak,doğu topraklarında Müslümanlığın liderliğine soyunan büyük devletlere göz atalım.
Suudi Arabistan,bulunduğu coğrafyada İslamiyet’in mukaddes emanetlerine sahiptir. Petrol zengini,siyaseti yönlendirilmiş,dirayetsiz bir devlet görünümünde bugün.
Bugün Ortadoğu petrollerinin %99 u yedi büyük petrol şirketinin hakimiyeti altında bulunmaktadır. Bu büyük şirketlerden dördünün birleşmesi ile kurulan Suud şirketi ARAMCO’dur. Yani,Ortadoğu’nun petrol piyasasında tek hakim güç Suudilermiş gibi görünüyor. Ancak,bu şirketin hisseleri,dünya siyasetine yön vermekte olan birkaç aileden biri olan Rockefeller ailesine ait 4 şirket tarafından paylaşılmıştır. Bu yedi şirketten 5 tanesi Rockefeller ailesine ait şirketlerdir. Geride kalan şirketlerin (Shell ve Royal Dutch) sahipleri de yine yahudidir.

Bu bilgilerden sonra,günümüze dönelim. Lübnan işgalinin başladığı günlerde İsrail’in katliamlarına tek bir tepki dahi göstermek bir tarafa,Lübnan’daki direniş örgütlerini kınayan ülke Suudi Arabistan’dır. Hizbullah’ın bölgesel barışın oluşumunu engellediğini v.s gibilerinden kaynağı deniz aşırı olan beyanlarda bulunulmuştur.
Sahip olduğu ekonomik gücünü,komşularının beraberliğinde zulümlere ve işgallere karşı müdafaa gösterecek şekilde kullanmak varken,Suudiler rahatlık içerisinde yaşamlarını devam ettiriyorlar. Yanı başlarında ölen çaresiz bebeklerin ağlamalarını duyacak vicdanları ise petrole ve kana bulanmıştır. Geçtiğimiz haftalarda ülkemize de gelen bu sahte Müslümanlar,şatafatın ve ahlaksız bir itibarın sahibi olarak Çırağan Sarayı’nda ağırlandılar. Karşı koyan,bağımsızlığı için sapanla,taşla evini ülkesini savunan masum insanlar ise toprağa gömüldüler. Burada tek bir gerçek vardır,gün yüzüne çıkan. Bilgisiz,görgüsüz,aptal kaba saba bedenleriyle altın taslardan su içip,pırlanta taçlarla süslü yataklarda uyuyan bu aşağılık çöl farelerine kol kanat geren Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yaptırımlar karşısında takınamadığı tavır. Asıl gerçek budur. Böyle bir ruhsuzluğa,ahlaksızlığa karşı söylenebilecek kelam yoktur.

Ortadoğu’da lider ülke olma rolündeki bir ülke de hiç kuşkusuz Türkiye. Ancak,böyle bir role soyunan ülkemizde süre gelen olaylar,Suudi Arabistan’ı aratmayacak bir hal almıştır.

Gün yüzüne çıkmış bu adi tezgahlar ve ortaklıklar ülkemizde de cereyan ediyor. Çok büyük servetlere sahip olan Yeni Dünya Düzencileri ülkemizde de kendilerine her daim yandaş bulmuşlardır. Yahudi dönmesi olan bir çok tanınmış işadamı,yazar,servet sahibi kişiler Türkiye’de sömürgeci,ayrılıkçı güçlere hizmetini sürdürmektedir. Tıpkı Ortadoğu’daki Suudlar gibi. Bugün kendilerine ait bir vakıfları vardır. Kurucuları arasında bulunan kişilerin amaçladıkları,ülkemizde Yahudi sempatisi yaratmak ve Yahudi lobisinin faaliyetlerini rahatça yürütebileceği bir ortamı hazırlamaktır. Böylece gerektiğinde haksız savaşlarına haklılık yaratacak durumları oluşturabileceklerdir. Savaş tezkereleri hazırlatmak gibi.
Kurulan vakfın adı 500.Yıl Vakfı’dır. Bu vakıf çalışmalarını yürütürken,kendi tüzüğünde kabul ettiği üzere,yardımsever bir kimliğe bürünmüştür. Bu vakfın kurucuları arasında Üzeyir Garih,İshak Alaton,Sami Kohen,Vitali Hakko (Vakko’nun sahibi) gibi tanınmış kişiler vardır. Ayrıca,Yahudi olmayıp da destek veren kuruculardan rahmetli olmuş Sakıp Sabancı(o olmasa da Sabancı ailesi buna devam etmektedir.),tiyatrocu Yıldız Kenter,yazar Yavuz Donat,Altemur Kılıç gibi isimler de mevcuttur.
Daha garip olan bir şey var ki,işte bu,bu toprakların asıl sahibi olan;bağımsızlığına,kültürüne,ahlakına sonuna kadar bağlı herkesin vicdanına bıçak yarası gibi işleyecektir. Bu sömürgeci güçlerin ülkemizde üs kurduğu 500. Yıl Vakfı Maliye Bakanlığı’nca yayınlanan ‘’Vergiden Muaf Kurum/Kuruluşlar’’ listesinde ilk sırada yer almaktadır.
Anadolu topraklarının kudretiyle donanmış,sarsılmaz bütünlüğüyle dimdik ayakta duran varlığımıza içten sokulan hançerler yetmiyormuş gibi,bir de bu hançerleri kendi ellerimizle bilemekteyiz. İstihdam yaratılamadığı için sokakta aç gezen Anadolu köylüsünün hakkı; işbirlikçi,ahlak yoksunu insanlara hibe ediliyor. Kazandığının neredeyse yarısını devletin kaynak yaratması için vergi diye veren işçi,memur,esnafın paraları bizi kalbimizden vuracak olan silahlara gidiyor. Hali hazırda bulunan ülke kaynaklarına çoktan şerh düşülmüş iken,henüz doğmamış olan kaynaklar da yok edilmiştir. Sömürgeci güçler böyle bir sistemi kurmuşken neden topla tüfekle Türkiye’yi vursun ki ? Savaşarak elde edemeyeceklerini bugün rahatlıkla elde edebiliyorlar.

Bir taraftan Avrupa Birliği,Imf diğer tarafta kana susamış,saçma ideoloji sahibi Siyonistler,diğer tarafta kandırılmış ülke evlatlarının durumu. Uyanın artık bu uykudan. Bu uyku ölüm uykusudur. Ahlakı çürümüş insanlardan farkımız bin yıllık geleneğimiz,göreneğimiz,kültürümüz varken;bunca değer,bunca gönül zenginliği taşıyan tarihimiz varken nedir bu gaflet ?

Bizim savaşımız,elimizde tutacağımız silahlarla başlamayacak. Bizim savaşımız gönlümüzden kopup gelen kelimelerle,hak ile hukuk ile,adaletli gönüllerimiz ile başlayacak. Zulme karşı bir olmayı bileceğiz. Kardeşlerimiz,tarihimiz,vicdanımız yok edilirken elimiz bağlı oturmayacağız. En büyük ülkülerine parayla,işbirlikçi askerleriyle ulaşmaya çalışanlar kaybedecekler. Ta ki kardeşçe yaşamasını öğrenene kadar. Tek ırk olarak kendilerini yüceltmekten,Vaadedilmiş Topraklar diyerek işgal etmekten vazgeçtiklerinde,biz de onlarla yan yana barış içerisinde yaşayabiliriz. Ancak,bugünkü gibi sinsi planlarla,toplumları birbirinden ayırmaya uğraşarak geçirecekleri her zaman diliminde biz onların karşısında duracağız.
Biz,gerçeklere gözümüzü kapatmadan baktığımız sürece,kandırılmış işbirlikçilerin arasına düşmeyeceğiz. Bu ahlak çöküntüsünden doğma inançları,zulümleri,vahşetleri;kandıramadıkları her insanın gözünde yanan ateşlerde son bulacaktır.