3 Şubat 2007 Cumartesi

Anadolu Evlatları

Nihayet beyazına kavuştu İstanbul. Öyle bir kucaklaşmaya şahit oldu ki gökyüzü,ağlayıverdi bir anda. Sonrasında büyü bozuldu bu ağlamayla. Beyaz yeniden uzaklara gitti,nedendir bilinmez. Nedir bizim beyazdan beklentimiz? Nasıl birşey olmasını istiyoruz? Ya da onlarca yıldır beyaz diye baktığımız neydi? Bugün değişen ne?
Neden çok uzaklarda arar olduk. Gelmediğini düşünür olduk. Biz ne olduk? Biz neydik? Bugün neyiz? Gerçekten görüyor muyuz? Eğer sorun gerçekten beyazlarda ise,beyazlar nerede. Ama yok,sorun bizde ise bizim aradığımız gerçekte nasıl bir şey...
Bizler,iyi olayları beyazlarla karşılamayı severiz. Hep sevmişizdir. İzlediğimiz filmlerde savaşlar beyaz bayraklarla son bulur. Sevdiğimiz beyaz giyer,öyle gelir. Gelin olur. Eğer çocuksak ve mevsim kışsa kar yağar. Kar beyazdır. Düşünmeden,hiç hesap etmeden yağsın isteriz. Kar yağsın her taraf beyaz olsun. Bütün nesneler;yollar,kaldırımlar,elektrik direkleri,evimizin çatısı her taraf bembeyaz... Hep beyaz kağıtlara yazarız. Kalem ne olursa olsun,ister kurşunkalem gri;ister canlı bir mavi veya en koyusu. Kağıt beyazdır... Alıştığımız odur. Kalemler bedenlenir. Maddileşir bir anda. Beyaz üzerinde her ne varsa gösterir. Yalansız bir ayna gibidir. İltimas göstermez. Bütün renklere hak ettiğini verir. Ne bir fazla ne bir eksik... Doğada binbir türden,binbir şiir kokan çiçek vardır. Renklerine romanlar yazılır. Kokuları sevgiliyi hatırlatır. Baharı,yazı belki sonbaharı kokar çiçekler. Beyaz olan çiçeğe bir başka gözle bakılır her daim. Kırmızısı da aşk kokar gülün;beyazı,bir akşam üstü serinliğinde aniden çiseleyen bir yağmur gibidir oysa...
Çocuk olduğumuzda kimyasına dokunamadığız tek renktir beyaz. Ne kadar boyarsan boya,aslı gibi tat vermez... Sulu boya resim yapardım! Yaşım,sulu boya ile resim yapacak kadar küçük. Ev yapardım ilk iş... Aynı şimdiki gibi. İlk iş bir ev almak ister gibi. Veya en azından kiralamak. Resimlerde daha bir kolaydı. Çizdiğin sana ait... Sahibi sensin... Hatırlarım da,sulu boyamla ne vakit beyaza boyamak istesem evimin herhangi bir köşesini,olmazdı. Ya fırçam herhangi bir renge batardı ve yahut fırçayı temizlediğim su karışırdı zevkime... Bir türlü beyaza söz geçiremezdim... Ve ne acıdır ki,bugün sadece ben değil,bütün insanoğlu söz geçiremiyor beyaza,beyazlığa...

Aydınlığı,güzelliği kaybettik. Hiç bir rengin,kokunun,duygunun tadı tuzu kalmadı. Anadolu toprağı mekanikleşmeden,metalleşip soğumadan dimdik ayakta duruyor. Fakat işte bütün bu sindirme,bütün bu duygulara işlenen cinayetler bu dimdik duran beden ve ruha karşılık. Beyazı katledenler,acımasızca gökyüzünden,evimizden,resmimizden,soframızdan kovanlar,istiyorlar ki soluğumuzu kaybedelim. Yüzyıllardır neşe içerisinde atan bir kalbe bağlı organizmalar gibidir Anadolu. Damarlarına coşku dolu kanı pompalayan,ailesini geçindiren ulu bir baba gibidir Anadolu. İnsanına erdemli olmayı kendi ahlak okullarında öğretmiş ve bu öğretileri aka aka,bir büyük okyanus olmuştur Anadolu. İşte bütün renkler ve tabi beyaz da bu ahlak okulunda doğmuş,buradan mezun olmuştur. Tekkesini,dergahını terk edip,insanlığa umut olmak için yola çıkmıştır tüm canlılık değerleri. Beyaz da bir sufi gibi,sadık bir mürid gibi efendisinin buyruğuna uymuş,tüm cihanda aydınlık olmak için kendini yollara,dillere,göklere vurmuştur. Etrafına bütün dinleri,dilleri,en ulu gökleri,en engin dağları,çıldırır gibi akan nehirleri toplamıştır. İnsanlar içlerinde sebebini bilemedikleri bir saygı tahtı açmışlardır,Anadolunun bu mert değerlerine ve beyaza. Hayat senaryosunda hırçınlaşan nesiller bile yeri geldiğinde,karşısında saygı ile boyun eğmiştir bu değerlere... Çok öncelere beyazın,gitgide ağlamaklı günlere büründüğü,o günlere gitmeyeceğim. Amacım çok acı çektirmek değil,bu yorgun savaşçıya. Amacım,en son görüldüğü yerde,insanlığa ve efendisi Anadoluya artık daha fazla hizmet edemeyecek kadar güçsüz hale gelmiş olarak bezgince oturduğunu anlatabilmek. Ve eğer bir şansımız daha varsa,söylediğimiz ninnilerle onu geri getirebilmek. İlahi söyler gibi uhrevi yüce bir atmosferde ama ruhundaki küçücük bebeğin dudaklarını titretecek denli de ninnimsi bir şekilde. Geri çağırmak! Gel demekle olmaz,biliyorum! Belki en çok kanadığı yerleri herkes bilirse;görmeye,hatırlamaya başlarsa bir faydası olur! Yüreklerimizdeki titremeler ney dinler gibi işlerse bütün bedenimize ve o titremeler gözlerimizde hazır bekleyen katreleri harekete geçirebilirse,işte o zaman beyaz kirinden arınabilir. Görevimiz,beyazı ağlaya ağlaya kirinden,çamurundan,pisliğinden,kanından,haykırışından kurtarmaktır.

Bugün,sözümüz kayboldu. Bugün beyazı hiç kalkmayacağı yere defnettik artık. Soğuk bir mezar taşına sarılıp,ağlayışlarımıza cevap bekler gibi çaresiziz. Dağların geçit vermediği bir coğrafyada kayboldu beyaz. Kıydılar,sırf Anadoludan kopup buralara geldiği için. Sırf buralarda kendine kardeşler bulduğu için. Dik dağlarla çevrili bir kayıp şehirden bahsediyorum. Avrupa'nın ortasında,bize bırakılan ama habersiz olduğumuz bir mirastan. Adı Bosna. Beyazın ulaşıp göklerinde okyanus renklere dönüştüğü,dağlarında şifa diye gezdiği yerden. Bosna'dan... Beyazın öldüğü,katledildiği yerlerden biri. En kutsal topraklarımızdan biri. Batının ortasında,Avrupanın ortasında bir bebek kundağı gibi masum,bir bebek inlemesi gibi narin,tarihin dumanı üzerinde toprağı Bosna... Bosnayı anlatmalıyız. Bosnayı bilmiyoruz. Bosnayı öğrenmeliyiz. En azından bildiğimiz kadarını yazmalı,konuşmalıyız. Bildikçe,okudukça yeniden ve yeniden konuşmalıyız. İçli bir türkü gibi gözlerimizde dalga dalga göz nehirlerini bulandıran bir isim Bosna... Osmanlının uzaklarda bıraktığı,elinden tutamadığı evladı... Uzaklığından fırsat bilen yaban,vahşi eller kıydılar bu duruluk sembolüne. Beyazın alıp başını geldiği yerlerden bir yer burası. Fatih Sultan Mehmet fethediyor bu toprakları. İşte tam da ondan sonra başlıyor buraların hikayesi. Nedense çok öncelerden beri,Bosna dendiğinde bir iç rahatlığı bir sadelik başka bir ruh dinginliği hissederim. Atalarımızın el sürdüğü,yüz sürdüğü gezip dolaştığı,ruhuna nefes verdiği bambaşka bir yer sanki burası. Bir türlü ayrılamadığımız,kopamadığımız bir akrabamız gibi. Sanki İstanbul'un uzaktan akrabası. Ya da -gönül öyle duymak istiyor- İstanbul'un bir ilçesi,bir kardeşi gibi... Çok başka bir tat var buralarda... Ama maalesef,bu güzelliklerden çok,buralarda yaşanan kıyımlardan,vahşetlerden,soykırımlardan bahsediyoruz. Beyazın boynu burada bükük. Elinden gelen bir şey yok...

Bosna'da tarihin en büyük kıyımlarından bir tanesi yaşandı çok yakın bir zaman önce. Bütün Avrupa'nın,batının gözleri önünde. Ses çıkarılmadı,ağlayanı olmadı bu bereketli yüce toprakların. Bugünün ucuz siyasi rant ekmeklerinden bir tanesi olan 'sözde soykırımlar'la karıştırılmaması gereken bir soykırım bu. Yüz binlerce insan buralarda can verdi. Osmanlı mirası olduğu için kanatıldı bu toprak. Beyazların mutlu mesut kardeşlik halayı bozuldu. Beyazlar en acı görevlerini yapmaya geldiler buraya. Toprak ile bedenin buluşmasında giyilen bir elbiseye renk verdi beyaz burada. Yüz binlerce beyaz. Yüz binlerce kefen. Yüz binlerce Bosnalı öldü...
Ellerinde ağır otomatik silahlarla Sırplar içiçe yaşadıkları,aynı nefese kulaç salladıkları insanları,bütün dünyanın gözleri önünde katletti. Bugüne kadar geniş kapsamlı hiç bir sempozyuma,panele v.s her ne yapılabilirse,bunların hiç bir tanesine denk gelmedik... Sahte aydınlar zümresi,koca koca üniversitelerde 'sözde' tarihsel kurgulara gerçeklik katmaya uğraşırken,Bosna'da soykırıma uğrayan insanların mezarlarında yeni yeni çiçekler filizleniyordu... Fakat bu çiçeklerin kokusu Bosna insanına hayat direnci,yaşama inancı verdi. Sakın ola,bu kukla aydıncıklar buraladaki çiçekleri koklamaya kalkmasınlar diyorum... Bu çiçekler,Fatih'in şehit torunlarının ailesini,ülkesini son haddine dek kahramanca savaştıktan sonra öldüğü yerde bitmiş çiçeklerdir. Bu çiçekler Anadolu toprağını,Anadolu aydınını çok iyi tanır. Gerçek aydınlarda,yüreklerinde çığların yıkıldığı bedenlerde hemen bir sıcaklık bulur. Okşar gibi karşılar. Ayağa kalkamayan bedenler mahçuptur. Kusura bakmayın der gibi bakar bu çiçekler,yatanın adına...Tabi sahte aydıncıkları da anında tanır bu çiçekler. Aynı kokuyu,aynı yaşama sevincini bulamaz bu sahte aydınlar burada. Koklayacakları nefrettir. Ki zaten bu kimseler,Bosnayı da görmediler,tıpkı Avrupa'da bu soykırıma göz yumanlar gibi...

Beyazın dolaştığı yerler bizi nerelere götürdü. Kendimizi bir anda Bosna'da gök kubbenin altında bulduk İbadet edercesine masum. Ağlarcasına herşeyden vazgeçmiş. Hasret çeker gibi gururlu. Hüzünle sıkı bir dost olmuş gibi dik başlı ve soylu... Beyazın Bosna topraklarına,Fatihle birlikte,ilahi söylerek üflediği bu demi bugün diriltmek,beyazı çağıran bizlerin bir görevidir. Bunun bekçiliğini yapmak,bir türbedar kadar kutsi bir iş yapmak anlamına gelmektedir...

Nihayet bir beyazı yakaladık ucundan... Saygı ile önünde eğildik. Bedenlenmesi,canlanması bir bütün gibi karşımıza çıkması için çağırmaya devam edelim. Modern dünyaya,şehirleşememiş köhne devletçiklere inat! Öyle bir savaş ki bu,beyaza ulaşabilmek adına silahlarımızı gönüllerimizin haznesinde saklıyoruz. Asil bir şekilde dillendiğimizde,bütün beyazlara hem İstanbul kavuşacak hem de insanlık. Sımsıkı saracağız o vakit. Belki sevgilimizi,belki kar yağmış bir sokakta caddeleri,kaldırımları,belki resmettiğimiz evleri,belki... Belki de beyaz olacağız en koyu karanlıktan yırtılıp sıyrıldığımızda...

Hiç yorum yok: